roman yazmak, bazılarına göre tanrı’yla boy ölçüşme çabasıdır; bazılarına göreyse işten atılınca elde kalan tek avuntudur. peki ya bu işe “kafası iyi çalışmayan” biri kalkışırsa?
burada “kafa”dan kastımız zekâ mı, akıl sağlığı mı, disiplin mi, yoksa düpedüz edebi feraset mi? hepsini aynı sepete koyup bakalım ne çıkacak.
bölüm 1 : kafası kıt kalemin kılı kırk yarması
bir sabah uyanıp kendini kafka sanan kişi, öğlene doğru word belgesine boş boş bakarken gerçekte “kargo” şirketinde müşteri temsilcisi olduğunu hatırlayabilir.
kafası iyi çalışmayan biri roman yazmaya kalkarsa, cümleler şöyle başlar:
“ve o gün sabah olmuştu. güneş de bir başka parlıyordu. çünkü dün gece çok şey olmuştu. ama ne olduğunu biz de bilmiyoruz.”
bu kişi karakter yaratmaz, “birini” yazar. o biri çoğunlukla kendisidir, azınlıkla öldürmek istediği bir kişi...
zaman örgüsü ise einstein’ı bile deli eder. romanın başı 1984’tedir, ortası muhtemelen orta çağ’dadır, sonu ise “sonunda rüyaymış meğer” cümlesiyle noktalanır. kısacası:
yapısal bütünlük? o da ne?
psikolojik derinlik? çukur olabilir mi?
bölüm 2: roman, düşüncenin mimarisidir. ama mimar sarhoşsa?
kafası iyi çalışmayan biri roman yazarsa, metin daha çok bir mimarlık öğrencisinin sabaha karşı yaptığı makete benzer: yamuk, eksik ama tutkuyla yapılmış.
romanın yapısı çatırdar çünkü sebep-sonuç ilişkileri zihinsel netlik gerektirir. anlatıcı kimdir, bilinmez. perspektif kayar. birinci tekil şahısla başlayan roman, üçüncü çoğul şahısla biter, çünkü yazarın kendisi de kim olduğunu unutmuştur.
karakterler ister istemez yazarın bilinçdışı halini yansıtır, çünkü bilinçli bir yapı kuramaz. bu da zaman zaman metne öngörülmeyen bir derinlik katar. freud’un rüyalar için dediği gibi: “kafası karışık biri, belki de bilinçdışının en saf romanını yazar.”
ancak edebi değer, yalnızca iç dökme değil, iç döküleni yeniden düzenleyebilme becerisine de bağlıdır. bu kişi, yazdıklarını kesemez; her satır “çok değerli” gelir. yani metin, bir nevi psikoterapi defteri gibi olur ama kimse onu okumak istemez, belki terapisti hariç.
bölüm 3: roman yazmak, bir dünya kurmaktır. peki dünya düzse?
roman, diegetik
* bir evrendir: kendi iç yasaları, zamanı, mekânı, dili ve ontolojisi vardır. edebiyat kuramcıları bu dünyayı kurarken yazarın niyetini, bilişsel yeterliliğini ve yapısal farkındalığını göz önüne alır. romanın inandırıcılığı, kurduğu dünyanın iç tutarlılığına bağlıdır. ama kafası iyi çalışmayan bir yazar için bu tutarlılık, “bir his işidir”.
hayatında hiçbir metin analizine denk gelmemiş, karakter inşası nedir duymamış, edebi türler arası farkı bilmeyen biri elbette roman yazabilir. ancak bu yazma eylemi, daha çok bir dilsel otomatik yazım deneyine benzer. surrealistler bunu severdi. ama çağdaş edebiyat, yalnızca bilinç akışı değil, bilinçli yapılar da bekler.
yine de, belki de o “kafa”nın iyi çalışmıyor oluşu, sistemin dışında kalmak anlamına gelir. bir anlamda, edebiyat alanının habitatına dahil olmayan bir dış ses olarak özgünlük barındırabilir. başka bir deyişle delilik, bazen yenilik yaratır. ama kafası iyi çalışan bir yazar buna bel bağlamaz.
kafası iyi çalışmayan biri roman yazarsa ortaya çıkan metin:
bazen istemeden postmodern olur.
bazen (sonradan utanacağı) bir özgüvenle felsefi cümleler saçar.
bazen de, bir sayfa boyunca “hiçbir şey” anlatır, ama öyle yazar ki “bir şey var bunda” diye düşündürür.
bu roman belki de okunmaz ama yazarı için bir kurtuluş olur. ve gün gelir bir eleştirmen onu bulup şöyle der:
“metin bilinçli bir yapısal bozukluk içeriyor; modern öznenin dağılmışlığını temsil ediyor. harika bir ironi.”
ama hayır. gerçekte bu roman bir kazaydı. ve belki de tam bu yüzden, bugüne dek yazılmış pek çok romandan daha samimiydi.
şimdi gelelim bu "kafası çalışmayan yazarların" yazdığı ünlü romanlara. bu durumu üçe ayırabiliriz:
1.zihinsel sağlık / ruhsal dengesizlik ve büyük edebiyat
tarihte psikiyatrik rahatsızlıklar yaşamış, zaman zaman gerçeklikle bağı zayıflamış, hatta klinik olarak “kafası iyi çalışmayan” sayılabilecek yazarlar gerçekten vardır ama bu onların yazdıklarının kötü olduğu anlamına gelmez, hatta tam tersine.
örnekler:
fyodor dostoyevski: epilepsiden muzdaripti, aynı zamanda paranoya ve halüsinatif deneyimlere açık bir yapısı vardı. ama “suç ve ceza” ve “karamazof kardeşler” gibi eserleriyle insan ruhunun dipsiz kuyularına indi.
virginia woolf: bipolar bozuklukla yaşamış, defalarca sinir krizleri geçirmiştir. ama “mrs. dalloway” ve “deniz feneri” gibi romanlarında zaman, benlik ve bilinç üzerine devrim niteliğinde yaklaşımlar geliştirdi.
sylvia plath: ağır depresyon, intihar girişimleri, klinik yatışlar… ama the bell jar (sırça fanus), amerikan edebiyatının kült metinlerinden biri haline geldi.
bu isimler “kafası iyi çalışmıyor” gibi kaba bir çerçevede değerlendirilemez belki, ama şurası açık: zihinsel çalkantılar, bazı yazarların hayal gücünü büyütmüş, yazma biçimlerine damga vurmuştur.
2. gerçekten kötü ama kültleşmiş yazarlar / romanlar
bir de şu kategori var: kafa iyi değil ama kasıtlı olarak değil, yetersizlikten, kibirden, ya da fazla özgüvenden. ve bu da ilginçtir ki, bazen başarısızlık başarıya dönüşür. işte edebiyat tarihinin en ilginç kazalarından bazıları:
amanda mckittrick ros: 19. yüzyılda yaşamış, abartılı ve neredeyse okunamaz cümleleriyle ünlü. “irene iddesleigh” adlı romanı öyle kötüdür ki, bir tür “edebi alkol testi”ne dönüşmüştür: okuyanların kahkahadan devam edememesiyle bilinir.
richard bach -
jonathan livingston martı: kimine göre ilham verici bir metin, kimine göre spiritüel laf kalabalığı. ciddi eleştirmenlerce “çocuksu felsefi saçmalık” diye görülmüştür ama dünya çapında milyonlar satmıştır.
lafayette ronald hubbard (aynı zamanda scientology tarikatının kurucusu): battlefield earth adlı romanı, “fazla uzun, kötü yazılmış, mantıksız” olduğu hâlde kült bir bilimkurgu metni olarak hatırlanır.
bu yazarlarda zihinsel hastalık değil, edebi bilinç eksikliği veya kendilik farkındalığının zayıflığı dikkat çeker. ama okurun bu metinlerde bir tür “karşı-estetik” keyif bulduğu da bir gerçektir.
3. postmodern paradoks: kötü mü, bilinçli mi?
gelelim en eğlenceli ve kafa karıştırıcı bölüme. postmodern edebiyatla birlikte, bilinçli olarak “kötü yazmak” diye bir strateji doğdu. burada metinler bir yandan klişeleri, patetik anlatıları ve dağınık yapıları taklit ederken, öte yandan bunları parodileştirerek eleştirel bir ayna işlevi görür.
örnekler:
thomas pynchon -
the crying of lot 49: kimi ilk okuduğunda “bu saçmalık” der, kimi de postmodernizmin başyapıtı olarak görür. yapay karmaşıklık ve absürtlük, tam da “kafası karışık bir çağın romanı”dır.
roberto bolaño -
2666: bitmemiş, uzun, dağınık, başıbozuk bir roman ama aynı zamanda çağdaş edebiyatın anıtlarından biri. kimi bölümleri “bilinçli bir dağınıklık”la örülmüştür.
yani bazen “kafa karışıklığı”, metnin özü haline gelir. çünkü modern roman, düzenli olmaktan çok, çağın çarpıklığını ve parçalanmışlığını yansıtmaya çalışır.
sonuç: “kafası iyi çalışmıyor” bazen hakarettir, bazen estetik devrim
bazen yetersizlik, gerçekten de kötü romanlar üretir.
bazen zihinsel çalkantı, insanlık tarihine kalıcı eserler bırakır.
bazen de neyin iyi neyin kötü olduğu o kadar belirsizleşir ki, belki de “kafası iyi çalışmayan” yazar, gerçeğe en çok yaklaşandır.
sonuçta roman yazmak, çoğu zaman aklın değil, ısrarın işidir. aklı yerinde olmayan biri ısrar ederse, evet, ortaya bir roman çıkabilir. belki de o roman, biz fark etmesek de bir başyapıttır.