roman yazmak
Next (2) - Last Page (29)

Şükela: Nice | Last 24h | Today | All

dün otobüste kitap okurken yazarın 'benim böyle hızlıcana okuyup tükettiğim kelimeleri ve harfleri kimbilir ne zorluklarla, ne uykusuz gecelerde ve ne sancılar çekerek ortaya çıkardığını' düşündükçe garip bir hüzne kapılmama sebep olan eylem. benzetme tuhaf kaçabilir belki ama annemin saatlerce sardığı dolmaların ertesi gün en fazla 10 dakikada bitip tükenmesi de benzer duygulara sebep oluyor bende. tesellim ise ağzımda bıraktığı o müthiş tat. dolmaların da kitabın da...
95 favorites - -
hayatımın en büyük hayal kırıklığı olan eylem.

10 yıldır bir roman yazmanın hayalini yaşıyordum. daha çok okumam gerektiği için bunu hep erteledim. neyse ki en sonunda yıllardır düşünüp durduğum üç farklı hikayeyi bir bütün olarak birleştirip, eserimi yazdım.

romanın hikayesini bu yazının en sonunda belirteceğim, yaşadığım hayal kırıklığını anlatmaya devam edeyim.

eseri tamamladıktan sonra ilk olarak aileme, yakın çevreme okuttum. onlardan olumlu yorum alınca yayınevleri ile görüşmeye karar verdim. 11 yayınevine dosyamı hazırlayıp gönderdim. üç hafta sonra ilk yanıtlar gelmeye başladı. yayın programlarının yoğunluğu nedeniyle olumsuz sonuçlandığını haber verdiler. moral bozmayıp sabırla beklemeye devam ettim.

ilk olarak ücret karşılığı kitap basan yayınevlerini düşündüm ancak o kadar ticari bir düzende çalışıyorlar ki olayın hiçbir edebi tarafı yok. bunun üzerine beklemeye devam etme kararı aldım.

olumsuz dönüşler artınca, kdy ile anlaştım. kötü bir ajans deneyimi sonrası kitabım yayınlandı. bu saatten sonra kitabımın satılmasının ancak reklama bağlı olduğunu biliyordum ama bunun bu kadar zor olduğunu bilmiyordum.

kitap okura ulaştıktan sonra olumlu yorumlar devam etti. çok farklı kültürlerden insanlara kitabı ulaştırmaya çalıştım ve güzel geri dönüşler aldım. olumsuz olarak, karakterlerimden birinin geçişinin ani olması, romanın başının biraz ağır olması gibi yorumlar aldım. olumlu olarak, gerçekçi, akıcı bir roman olduğu söylendi. bunları da buraya yazıyorum ki, kendimi övdüğüm falan düşünülmesin, neyse onu yazıyorum.

kitabın satış raporlarına baktığım zaman, beni tanıyanlar dışında hiç kimsenin kitabı almadığını gördüm. bunun için daha çok reklam verip, daha çok tanıtım yapmaya çalıştım ve burada bookstagram denen kişilerle tanıştım.

bu kişiler bana mesaj atıp kitabımı bedava isteyen, kargo parası dahi vermek istemeyen sayıları yüzleri bulan bir gruptu. önce bir tanesi kibarca yazıp kitap istiyor, sonra okuma grubu olduğunu söyleyip bir anda beş kitap istemeye başlıyordu. hatta biri otuz kitap istedi. neyse, beşli bir okuma grubuna kitabı gönderdim. olumlu, olumsuz her türlü yorumu yapmalarını rica ettim. bunlardan üçü kitabı gerçekten okudu, beğendi ve güzel yorum yaptılar. biri hiç okumadı, kitabın arkasındaki yazıyı aynen yazdı, diğeri onu da yapmadı. e peki eleştiri nerede dedim safça, biz sadece tanıtım yapıyoruz dediler. öğrendim ki, ellerine ne geçerse övmek, bedavadan kütüphane kurmak gibi bir amaçları varmış. yaptıkları tanıtımın satışlara hiç faydası olmadığı gibi, kitap isteyen onlarca bookstagram mesaj atmaya başladı. başka kimseye kitap göndermedim.

kimse kitabı almayınca, çekiliş yapıp okur kazanayım dedim fakat burada da gördüm ki, kitap okusun ya da okumasın sadece bedava bir ürün almak için çekilişe katılan yüzlerce insan var. sonuç olarak bunlardan da olumlu olumsuz bir yorum alamadım.

artık derdim satış yapmak, para kazanmak falan kesinlikle değildi. sadece o kadar emek verdiğim eseri birileri okusun istiyordum ancak ve ne yaptıysam okur bulamadım. sadece yakın çevre ve onların yakın çevreleri okurum oldu maalesef.

ve sonuç olarak hayatımın en büyük hayal kırıklığı olarak bu yazıyı yazıyorum. türk okuru, sadece popüler olanın peşinde koşuyor. yeni bir roman yazarına, destek olmak bir tarafa üçkağıtçı gözüyle bakıyor. bir kitap alarak dolandırılmış olacağına inanıyor. kitabın çöp olduğuna peşin olarak inanıyor çünkü bakıyor ki bu yazarın arkasında büyük yayınevleri yok, tanıtımı yapılmıyor o halde kötü diye düşünüyor.

en azından kitabın ilk 10 sayfasını okuyun diyorum ben de, beğenmedin mi alma. konusuna bak mesela, beğenmedin mi, alma.

işte böyle bir içimi döküp, durumu anlatayım, yazar olmak isteyen çevresi olmayan kişiler varsa yolun sonunun nereye çıktığını göstereyim istedim.

son olarak kitabın konusunu ve linkini yazıp bitireyim.

annesini kaybeden ekrem, bu ölümü bir türlü kabullenemez ve bu isyanı ölümün ötesine inanmaya kadar gider. bu inancın bedeli, yapayalnız kalmaktır. öyle ki, bu yalnızlıktan kaçmak için çaresizce tanımadığı kişileri arar, bir yerden bulduğu adreslere mektuplar yazar. mektuplar, belirsiz telefon konuşmalarından daha derindir, kime gittiği belli olsa da özünde adressizdir çünkü şişeye konulup denize bırakılmış yardım çığlıklarından başka bir şey değildirler.
bir gün bu mektuplarından birine cevap gelir ve bütün hayatı değişir. onunla birlikte, düşlediği devrimi gerçekleştirmek için yaşayan ahmet’in, aşk ve ailesi arasında sıkışmış meryem’in, kimseyi kıramadığı için kırıldığını bile anlamayan elif’in de hayatı yeni gelenle değişmeye başlar ve onlar da bu biçare kadının hayatını değiştirirler.
adressiz mektuplar, birbirine dolanmış hayatların kısa öyküsü...

adressiz mektuplar

yazım süreci ve detaylı hikaye

edit: o kadar çok destek mesajı aldım ki, kime nasıl teşekkür edeceğimi şaşırdım. çok sağolun, inadına daha çok yazacağım ve bir gün başaracağım. o gün geldiğinde ne sizi ne benim durumumda olanları unutacağım.
96 favorites - -
yazmak isteyenler için bir kaç teknik vardır.

bunlardan bir tanesi orhan pamuk kişisinin de uyguladığı planlı anlatımdır ve riskleri mevcuttur. genellikle plana sadık kalamazsınız zira roman, yazmaya başladığınız anda yaşamaya başlayan bir organizmadır ve bir vektör olarak ilerlemez. balık kılçığı gibi ilerler, sarmal olarak ilerler vs.

bir diğeri de virginia woolf gibi yazmaktır. burada da ilk yöntemdeki riskler mevcuttur ve bu belirsiz ilerleyiş söyleyecek sözünüzün kalmadığı yerde son bulabilir.

en doğrusu sürekli yazmak ve sürekli yazmaktır. o bir yerden şayet sürekli yazarsanız illa ki "pörtleyecek" ve akacaktır.

roman yazacak arkadaşlara george lukacs'ın roman kuramı ve avner ziss' in estetik adlı kitaplarını öneririm.

roman yazmak, belirsizlik ve sonsuz olasılık denizi içinde bir yöntem geliştirme disiplinidir.

bazı arkadaşların dediği gibi 19. yüzyıl aristokrat sınıfının ürünüdür, doğrudur; hakkında öldü de denilmektedir ama sunduğu sonsuz, olağanüstü hatta doğaüstü olanaklar ile tüm sanat dalları içinde halen insan beyninin ortaya koyabileceği en tanrısal sanat eseridir.

hayal gücünüzün neler ortaya çıkarabileceğine inanamazsınız.
168 favorites - -
niyeyse aşırı sayıda fazla kişinin yapabileceğini zannettiği bir şey bu.

sözüm meclisten dışarı, benim bahsettiğim hakikaten yazmaktan zevk alan değil, yazıyor görünmek isteyen insanlar.

çeşitli entrylerimde bahsettiğim üzere, ben sinema okudum, en önemli şey senaryoydu. senaryo yazarken kan kusardık hepimiz, zaten de bize resmen döve döve öğrettiler bir hikaye oluşturmak öyle çalakalem olabilen birşey değil. hoca gelen senaryolara yaptığı çoğu eleştiride haklıydı, kişisel özgünlüğümüzü, orijinalliğimizi budadı belki biraz ama geldiğim noktada, 20'li yaşlarının başında çok okuduğu için çok yazabileceğini zanneden, entel kırması, her yazdığını inci elmas sanan kendi gençliğime çok gülüyorum. ha şu da var, o noktadan geçmesem yazmanın nasıl birşey olduğunu da öğrenmiş olmayacaktım. o noktadan da mutlaka geçmek gerekiyor.

o nokta, yazmak istiyorum, ve yazıcam deme noktası. hemen arkasından çok şahane yazdığını zannetmek, onun da arkasından aslında baya baya mal gibi yazdığını fark etmek geliyor. bu sadece roman değil, kurmaca öykü içeren herhangi birşey yazarken böyle.

sonra başlıyorsun, bu olmadı, bu olmadı, bu olmadı, yeni bi taneye başlayayım, yeni bi fikir var, şöyle güzel olacak filan.. hepsi yalan oluyor. o zaman fark ediyorsun işte, aslında yazmak hakikaten çaba, emek, efor gerektiren bir şey. kan, ter, gözyaşı.

onu anladığın zaman o 'bu olmadı, bu da olmadı' diye bıraktıklarının aslında niye olmadığını anlıyorsun, çünkü aslında üstünde hiç çalışmadın. yazmadın yani. hikayeyi oluşturmadın, karakterleri incelemedin, dünya kurmadın, çalakalem yazmaya çalıştın, olmadı tabi.

sinirlendiğimden değil ama çok karşılaştığım bir olay olduğu için anlatıyorum, hala okuyorken bir gün bizim bölümden 2-3 arkadaş oturuyorduk, senaryo konuşuyoruz tabi, başka ne konuşucaz, şu şöyle olsa ama kadın böyle demez çünkü böyle böyle karakteri müsait değil, ama şu sahnenin tetikleyicisi önceki sahnede zayıf kaldı vs.. gibi bir muhabbet. benim meseleki olarak sinemayla, senaryoyla, yazarlıkla alakası olmayan bir arkadaşım geldi o ara yanımıza. adam muhabbeti biraz dinledi dinledi, sonra dedi ki "amma kastınız ya, ben size yazıvereyim bi senaryo, nedir yani, askerdeyken 90 sayfa kitap yazmıştım."

buz sessizlik. ortamdakiler adamı tanımıyorlar ama benim arkadaşım diye tam saygısızlık edip terslemek de istemiyorlar. direkt götleriyle gülemediler yani bari bana ayıp olmasın diye. e ben de utandım, o adamı ortama getiren kişi olarak... kendince mantıklıydı ettiği laf da, birşeyin nasıl yazıldığına dair en ufak fikri yoktu, bir de senaryo üstüne tartışılıyor olmasını küçümsüyordu yani.

ama hadi 'nedir ya yazarım' yanılgısını geçtim, daha çok takıldığım 'askerdeyken 90 sayfa kitap yazmıştım' lafı. adamın yayınlanmış kitabı filan olmadığını bildiğim için kendi yazma denemesinden bahsettiğini biliyorum, bunu da küçük görüyor değilim. herkes kimseye göstermeyeceği saçma saçma şeyler yazarak başlıyor. sıkıntı '90 sayfa'da.

bizde millet olarak zaten kalın kitap okumak ince kitap okumak diye bişiler var. niteliğe değil niceliğe bakıyoruz. bir laz fıkrası vardı, öğretmen ödev verdi diye temel oturup 3 sayfa kompozisyon yazar, "sabah uyandım, yola çıktım, gittim gittim gittim gittim gittim gittim [...] gittim gittim, pazara vardım."

öncelikle ne kadar yazdığının hiç önemi yok. öyle bir cümle yazarsın ki dünyaları anlatır, öyle bir tuğla yazarsın ki bomboş.

ikincisi, ben anladım ki yazmak kağıt başında değil kafada oluyor. fiziksel olarak kelimelere dökmeye sıra geldiğinde o işin son aşaması. iş o şekilde başlıyor değil, o şekilde bitiyor. yazma işinin asıl kısmı işin görünmeyen yüzü, yazarın günler aylar yıllarca fikri kafasında demlemesi, araştırma yapması, hikayeyi oluşturması, karakterleri oluşturması, notlar alması, notları düzenlemesi. artık ne anlatacağını bildikten sonra oturup "bana ismail deyin."* diye lafa başlıyor.

bir çok insan ne anlatacağını bilmeden oturup yazmaya başladığı için yazdıklarını yarım bırakıyor.

üçüncüsü ise tamamen kişisel bir tercih, ben senaryo yazıyorsam mutlaka tretman çıkarıyorum, hikaye ya da roman ise bölüm bölüm ayırıp notlar alıyorum (tabi roman için bunlar çok daha esnek olmak zorunda). kişisel tercih dedim çünkü herkes farklı şekilde yazmayı tercih edebilir. ama benim işime yarayan bir yöntem şöyle birşey;

mesela hikaye "temel intihar etmeyi düşünerek uyandı, mecburen pazara gitti eşek aldı, yolda üstlerine kaya düştü eşek öldü, temel sağ kurtulduğuna mutlu eve döndü." gibi birşeyse, öncelikle en sade haliyle hikayenin özü ne ona bakıyorum. senaryo için sinopsis. yani hikayenin içinde ne olduğunun detaysız özeti. başlı sonlu. yazar kendisi bilsin diye. bir de tabi açıkça yazılabilen birşey olunca kafanda da netleşmiş oluyor.

sonra bunu nasıl anlatacağımıza karar vermemiz lazım. tretman da diyebiliriz? ilk bölüm temelin pazar yolunda ayağını sürüye sürüye yürürken ki iç diyaloğu. ikinci bölüm temelin intihar düşüncelerinin sebebi olan fadimeyle karşılaşması, fadimenin yeni kocasını tanıt. üçüncü bölüm flashback fadime ile temelin ilişkileri. dördüncü bölüm fadimenin temeli terk edişinin temel üstündeki etkisi (not: temelin kendisini fadimenin yeni kocasıyla kıyaslayıp yetersiz bulmasını da anlat, ezikliği pekiştir). beşinci bölüm pazara varış, temelin neden eşek alması gerektiğini anlat. altıncı bölüm eşek alışverişi sırasında pazarcıyla diyalogda temelin ezikliğini tekrar pekiştir. ....
vs vs..

çok yüzeysel anlamıyla istediğim kavramları hikayenin neresine nasıl serpiştireceğimin şemasını çıkarmış oluyorum. mesela bu örnekte anlatacağım şeyler yetersizlik duygusu, sürekli kendini sorgulama, kadın algısı, aşk, kapitalizm, kaliteli eşek nasıl anlaşılır filan, artık herneyse, onları nerede ne miktarda serpiştirmeye başlayacağımı görmeye başlamış oluyorum.

elinde böyle bir şema olunca şunu da yapabiliyorsun, anlatmak istediğin duyguyu ya da kavramı, olguyu, en vurucu şekilde nasıl anlatabileceğine dair tekrar tekrar üstünden geçip üstünde çalışmak kolaylaşmış oluyor. hikayenin içindeki herşeyi çok net görebiliyorsun. mesela temel fadime ve fadimenin yeni kocasıyla tam da sürdüğü kağnının tekeri kırıldığında karşılaşırsa, fadimeyle kocası da otomobille orada geçiyorlardı ise, temelin kıskançlığını ve yetersizlik duygusunu vurgulamak için zemin güçlenmiş oluyor. yazmaya başladığında artık geri dönüp "temel şöyle yürüdü, böyle yürüdü" diye yazdığın bir sürü şeyi de düzeltmen gerekmeyecek.

hikayenin içindeki herşeyin sebebini biliyorsun artık, boş boş anlamsız paragraflar, sayfalar yok. kaleminden çıkan her kelime anlamlı, çünkü yeri var, lazım. laf salatası yapmıyorsun, neyden bahsettiğini biliyorsun artık.

çok güzel bir söz vardı kimin hatırlamıyorum ama "bir hikaye, artık eklenecek birşey kalmadığında değil, çıkarılacak birşey kalmadığında bitmiş olur" diye. benzer şekilde hitchcock'un da "drama hayatın sıkıcı yanlarının çıkarılmış halidir" diye lafı vardır.

böyle bir şema ve plan yaparsan bilirsin ki hikayende gereksiz hiçbirşey yok, herşeyin bir sebebi var, her olay ve durumun nereye gittiğini çok iyi biliyorsun, iyi kurgulanmış durumda çünkü çok kereler olay örgüsünün üstünden geçtin, anlamsızlıkları, gereksizlikleri ve yanlışları ayıkladın.

artık oturup yazmaya başlayabilirsin. ne yazacağını bildiğin için de yarım bırakmayacaksın.

bu benim işime yarayan yöntem. herkes farklı yöntemler tercih edebilir tabi.

yayımlanan kitabım filan yok ama ben de bu şekilde bir sürü senaryo ve hikaye yazdım, 2 tane de roman çıkardım, internete saldım, okunuyorlar, iyi tepkiler alıyorlar genelde.

çok iyi bir yazar olmak gibi bir iddiam olmamakla beraber en azından işin zanaatını çözdüğümü düşünüyorum. yani yazdıklarımın ruhu vardır yoktur ayrı konu, belki hakikaten yazdıklarım çok kötüdür, ama etini kemiğini oluşturmanın yönteminin bu olduğunu düşünüyorum. içine ruh üflemek size kalmış. bu yöntemle en azından elinizde iki kol, bir bacak, bir kaburga, kara kara nasıl tamamlayacağınızı düşünüyor olmazsınız.

son bir not olarak bir de yazma disiplini demek zorundayım tabii ki. her gün yazmadan bu iş olmaz. hiç olmadı, o gün hiç asla yazasınız yoksa, bari bir cümle yazın. o gün kafanız durmuş hissediyorsunuz, kelimeler gelmiyorsa, saçma ve kötü de olsa yazın, sonra siler iyisini yazarsınız. ama bir gün-iki gün bile olsa yazmazsanız hikayenizden uzaklaşacaksınız, konudan kopacaksınız, geri dönmek giderek zorlaşacak. hele ki ilerleyen safhalarda. başlangıçta yeni hikayenin heyecanı götürüyor insanı, ama sonralarda hikayenizden kopmamak için çaba sarfetmeniz lazım.

kolay gelsin.
180 favorites - -
belli bir okuma birikimi ile varılan ben de isteğinin sanattaki izdüşümüne katkıda bulunmak. "ağzı olan konuşuyor" her zaman ve "klavyesi olan yazıyor".

genç yazarların başlangıçtaki en büyük hevesleri, sevilen romanlar yazmaktır. ilk eserlerini kırklı yaşlarında veren ya da ancak kırklarında tanınan roman yazarlarının yaşam öyküleri onları kaygılandırır. bu kaygıyı taşımadan aklına geleni yazanlara ise migros yazarı gözüyle bakabiliriz belki de.

yazmak kendisi büyük maceradır zaten ama roman yazmak... uzun soluklu bir macerya atılmak ve bunu yaparken de aklı başında kalmak... bir maraton koşucusunun azmi, küçük harfli "iyi" olma hırsı ve disiplini olmazsa bu romanlar bitmez...

orhan pamuk roman yazmayı şöyle tarif etmiş:
"en büyük zorluklardan biri, iştahımdır; her şeyi koymak isterim kitaba ve kitap alır başını gider. öte yandan beni konuya iştahım ve hevesim bağlar, fakat bu sonra da zorluk olur, çünkü kitap genişler, genişler, genişler ve onu bir çerçeve içerisine toplamak zorlaşır. en büyük zorluğu sayfa sayısının durmadan artması ve kısaltmamdır. ikincisi, zaman zaman hissettiğim şey, tek başına olmamdır. bir iki yakınıma okutsam bile, dört sene yazdığınız kitabın ne olduğu ve değeri konusunda en sonunda kuşkular, delirmeler, ölçüyü kaçırmalar uyanır insanın kafasında. çok yalnızsınızdır ve dört sene bir yolculuğa çıkmışsınızdır. kristof kolomb bile üç ayda geçer denizi amerika ya da bir başka kıtayı bulur, siz ise dört sene yolculuk yaparsınız ve nerede olduğunuzu, işin neye benzediğini, kitabın ne sonuç verdiğini soracak kimseniz yoktur; çünkü kitap kimseye gösterilecek vaziyette değildir. bu yalnızlıktır işin zorluğu ve bu yalnızlığı daha da arttıran bitip tükenmez hevesiniz ve iştahınızdır."

bana göre ise roman yazmak, bir korkuyla başlar. daha doğrusu korkuyla başlamalı. parmaklarınızdan dökülen kelimelerin varacağı anlamlar, insanları götüreceği yerler ve zamanların sorumluluğunu taşıyabilme endişesiyle... çoğu zaman uzun bir hazırlık evresi gerektirir. araştırma ve inceleme içerir. karakterler üzerinde çalışma, kitap sayfalarına gömülerek yeniden hayat verilecek o karakterlere karşı bir sorumluluk duygusu. kurgunun başarısı. orjinallik kaygısı. bütün bunlar ve belki çok daha fazlası roman yazmak. disiplin ise olmazsa olmazı.
(bkz: yazma disiplini)
57 favorites - -
roman yazmaya hevesli olan ve bu iş hakkında hiçbir fikri olmayan güzel yürekler:

roman yazmak , uzun bir yoldur bir günde dahi olunabilecek bir iş değildir.

şimdi başlayalım. size kendimce bir yol haritası hazırlamaya çalışacağım.

ilk olarak, yazmak istediğin dilin yazım ve imla kurallarına hakim ol.

çok oku. okumanın senin daha iyi yazmana olumlu pek çok etkisi var. benim tavsiyem , ayda en az dört kitap bitirmendir . bunlardan üçü kurgu , bir tanesi ise teknik bir kitap olmalı.

yazmaya dair çok faydalı , okunması çok gerekli kitaplar var bunları mutlaka oku.
(robert mckee (story, dialog). lojos egri (piyes yazma sanatı). stephen king (yazma sanatı . bu kitabı satır satır oku hatta ezberle) vs.
kurgu yazmak konusunda her şeyi okuyun

yazmak istediğiniz türü seçin
seçtiğiniz türün ustalarının kitaplarını okuyun. neyi nasıl yapmışlar gözlemleyin. ha birde o türün en kötü örneklerini de alın zorda olsa okuyun okuyun ki iyi ve kötüyü anlamış olasınız.

yazmaya başlarken

günün belli bir saatini seç. yalnız kalacağın sadece yapmak istediğin şeye odaklanabileceğin bir saati ve her gün bu saate yaz.

her gün en az bin kelime yaz .

ne yazacağım diye kafana takma. ilk başta yazmaya alışmak için yaz. o gün başından geçenleri yaz. her gün geçtiğin yolda gördüklerini betimle . sana ilginç gelen bir tanıdığının kişilik tahlilini yap bunlar roman yazarken sana çok faydalı olacak.

bu çalışmaları geçtikten sonra. aynı gün içinde bitirebileceğin kısa öyküler yaz. bu sana bir hikayeyi başlayıp bitirme zevki ve becerisini verecek.

roman yazmak basit bir fikirle başlar. bu işle ilgili yine stephen king'in yazma sanatı adlı kitabında çok iyi açıklamalar bulacaksın.

“bildiğin şeyi yaz” der king. evet bildiğiniz şeyi yazın. hakim olduğunuz mekanlardaki hikayeleri yazın. ilk başta bu işinizi oldukça kolaylaştırır.
mesela hiç düşündünüz mü neden king’in pek çok kitabı maine de geçer.

okumak istediğiniz kitabı yazın.
yani yazarken ben bu romanı okur muydun? diye düşünerek yazın.

bana göre hikayeleri karakterler var eder. bir karakterle başla.

çok plan yaparak yazan yazarlar var bu tarz bana hiç uymadı çünkü planla araştırmayla uğraşırken hikayeye karşı hevesimi kaybediyorum ve bu beni yazmaktan alıkoyuyor.

ben tıpkı yine pirim king gibi çok planlamadan yazmayı seviyorum.

nasıl mı?
öncelikle , çok detaylı olmayan sonu başı olan bir hikaye düşünün özeti bir sayfayı geçmeyen sonra ana karakterle başlayıp hikayenin sizi akışta sürüklemesine izin verin ama çokta savrulmayın çünkü bir yerden sonra iş içinden çıkılmaz hale gelebilir.

yazdıklarınız kimse ilk başta göstermeyin. anlatmayın.

yazarken pek çok kez kendi kendinizden nefret edecek ben beceriksizim bunların hepsi çöp diyeceksiniz işte o zaman açın bir ahmet ümit romanı okuyun. niye mi ? o zaman bu kadar kötü yazılmış ve kurgusal olarak vasat romanlar yazan bir adam bile bu kadar çok okunuyorsa ben neden başarmayayım diyerek işe geri döneceksiniz emin olun.

baskı: sakın kendinizi mükemmeliyet baskısına sokmayın ilk taslakta kimse mükemmel yazamaz. matrix filmini bilir misiniz? o filmin çekilen senaryosu on ikinci kere yazılmış olanı. kim bilir ilk taslak nasıl berbattı.

birinci taslağı bitirdiniz şimdi ne olacak.
en az üç ay demlenmeye bırakın bu sürede hikayenizi hiç düşünmeyin hatta ara vermeden başka bir kitaba başlayın.

aradan gerekli süre geçtikten sonra açın yazdıklarınızı başka birinin romanı gibi yeniden okuyun sonra işte şimdi araştırmaya başlayın romana dahil olan karakterleri derinleştirin onlar hakkında her şeyi öğrenin ve sonra ikinci taslağı yazın ikinci taslak bitince . dil ve imla için gözden geçirme yapın ve en az bir aylığına romanı yeniden unutun.

sonra üçüncü taslağı yazın ve artık birilerine göstermeye hazırsınız.

artık bitti gibi yeni taslaklar size kalmış...

ben bu işi yaparken zevk alırım .boş sayfaların günler geçtikçe kelimelerle dolmasından büyülenirim . bu gerçekten zor ve sevilmeden yapılmayacak bir iştir.
191 favorites - -
kendi yöntemimden yola çıkarak net bir şekilde söyleyebilirim ki roman yazarken yapacağınız ilk iş -temayı ve konuyu belirlemiş olduğunuzu varsayarak- biyografi yazmaktır.

başkarakteriniz kimdir! en önemli soru budur. ne zaman nerede doğdu, nasıl bir ailede büyüdü, sosyoekonomik ve sosyokültürel durumu nasıldı, eğitim aldı mı! mesleği ne! hobileri fobileri takıntıları… hepsini yazmanız gerekir. bunları yapmanızdaki neden çok basit. karakterinizi gerçekleştirmek. hakiki bir insan olarak yaratıp önce onu bir yazar olarak kendinize inandırmak. sen haritayı açar karakteri orada bir yere çakarsan, bir anda onunla ilgili temel özellikleri bir çerçeveye oturtmuş olursun. aidiyetleri, değer yargıları, aksanı, dinlediği müzik hatta damak zevki bile kafanda yerleşiverir. hikayedeki temel karakterleri bu şekilde sabitlediğinde kendiliğinden özgün figürler yaratmış olursun. hikaye boyunca yazdığın biyografi referans olacağından tutarlılık sorunun da ortadan kalkacak.

okuduğumuz veya izlediğimiz işlerde gördüğümüz; ya hu bu adam/kadın böyle davranır mı, o öyle der mi, onun karakterine o hareket oldu mu gibi eleştirilerden paçanı kurtarırsın.
bir hikayede inandırıcılığın mekanla zamanla bir ilgisi yoktur. sen gerçek bir karakter inşa et, sonra istersen m.ö. 3000 yılına gitsin. başka bir galakside yaşasın veya süper güçleri olsun. okur inanır, kabul eder.
ha biyografi sadece insan karakterler için değil, hikayedeki hayvanı da sürekli gidilen veya bahsedilen bir mekanı da bir ağacı da kapsar. çok teferruata girmene gerek yok. kabaca kimdir nedir diye not alabilirsin.

bunlar ön hazırlıktır ve illa hikayende bu bilgilerin geçmesi de gerekmez. yazar olarak senin bilmen önemli. okurun soracağı tüm soruları önceden çalışıp, hiçbirini es geçmeden kendi içinde cevaplamış olman gerekir. birkaç sorunun es geçildiği işlerde söylenen ‘’’tam olacakken olmamış, aceleye mi gelmiş, ne olmuş buna bir şey olmuş anlamadım’’ eleştirilerine maruz kalmamak için.
roman dediğin puzzle gibi. önce resmi tüm detaylarıyla çizer sonra parçalara bölüp okurun önüne koyarsın. ha istersen bazı parçaları yollamazsın, kendi çözsün tamamlasın kafasında diye. ama onlar sendedir, çizilmiştir en baştan. okur da onu anlar, bütüne bakınca her şey yerli yerine oturur.

diğer mesele sabır.
3 günde, 1 haftada, 2 ayda roman yazılmaz. sadece ön hazırlığı günler sürer. acele etmemelisin. hele gerçek mekân, tarihi yer, gerçek olay, belge, bilgi referansları varsa hikayende işin daha da uzun. akabinde tema, konu, karakterler ve taslak. sonrası işçilik. başlarsın ilmek ilmek örmeye.

başlıkta sık sık birilerine okutun diyenler olmuş. çok katılmıyorum bu fikre. 2 editör okumasını geçirmemenizi salık veririm. eş dost zaten moraliniz bozulmasın diye kötüyse bile iyi der. zaman kaybı. yazdığınız türü çok okuyan insanlara gösterirsiniz, onlar da sırf eleştirmek için ayarsızca hevesinizi kırabilir. okumak başka yazmak bambaşka. teknik değerlendirme de yapacak potansiyel yoksa şahsi yani öznel yönlendirmeleriyle sizi olmadık yollara sokabilirler. o da zaman kaybı. bunlara gerek yok.
önce kendine karşı dürüst ol. potansiyeline inanıyor musun! o yazdığın kitabı bir başkası yazsa, para verir saatlerce zaman harcar okur sonra da değdi ya hu der misin! öyleyse önüne gelene okutup da ele ayağa düşürme emeğini. oraya buraya çekiştirmelerine, üstünde tepinmelerine, yalandan övmelerine yahut acımasızca yermelerine izin verme. dağ taş yayınevi. parayla basan da var bedava yapan da. şansını dene.
64 favorites - -
daha önce yazamama sebeplerini burada irdelemiştik şimdi roman yazma eylemine yazabilme üzerinden bakacağız.

roman, herhangi bir film senaryosu ya da tiyatro oyunu gibi teknik öğrenilerek üretilmesi kolay olmayan, daha "sanatlı" bir yazın biçimiyle ve daha ruhsal bir deneyimle içinden çıkılabilecek bir tür. her şeyden önce roman yazmayı kafasına koymuş biri kurgu nedir, dramatik mantık nedir öğrenmiş olmalı.

karakter oluşturmak için gerekli bilgiye sahip olmak gerekiyor ama bu yetersiz, beraberinde içgörü sahibi olunmalı. bu yazılan şeyi gerçeğe yakınsamanın yolu.
duyguların nedenlerini ve esas olan arzumuzu bulmak, roman karakterinin öfkesinin, hırsının, yaşama sevincinin nedenlerini de iyi tahlil edebiliyor olmak, bunları sağlam temellerle inandırıcı biçimde inşa edebilmek için elzem.

roman okumak, roman yazma gayreti içinde bulunan birinin vazgeçilmez eylemidir. beraberinde, karakterin olay örgüsü içinde tanık olduğu, müdahil olduğu, doğrudan etkiye maruz kaldığı her şeyle ilgili donanım elde etmek, bütünlüklü bir dünya algısı oluşturmak gerekir.

çoğu insanın kurgu yapmak konusunda ne denli zorlandığını biliyorum. bizim hikayelerimiz birçok insanın hikayesinin içinden geçiyor ve bir hikayeyi merkezde tutarak diğerleriyle birleştirmek, bunu mantıklı bir zeminde yapabilmek hayli zor.
kurguyu tekdüze biçimde öğrenir insanlar. basit bir zaman çizgisi ve lineer bir akışı bozuma uğratan dış etmenler. bu etmenler doğrusal yapıyı bozmalıdır ve bu bozuk yerler hikayelerin birbirine kenetlendiği noktalardır. basit, gündelik durumlar ve duygusal çıkmazlar bu kilidi sapasağlam yapar. böylece ikincil hikaye ilkinin yürümesini engellemez.

yazarlık kitapları bir hikayenin nasıl dirileceğini anlatır ancak onu nasıl göreceğimizi anlatan bir eser yoktur. bunun nedeni, onu (hikayeyi) göremeyen birinin yazma cüretini desteklememek konusundaki haklı tutumdur.

aklınızda bir şey var biliyorum ve ünlü yazarların konuyla ilgili ne dediğini çok merak ediyorsunuz. bu iş, kafanızı o bulutun içine sokmuşken orada gördüklerinizi kafanız hala o bulutun içindeyken aşağıdaki kağıda geçirmekten fazlası değil. o bulut, sizin düş evreniniz.

ronald tobias'ın roman yazma sanatı adlı kitabını edinin. hikayenin nasıl bir şey olduğunu anlatan ve dramatik yapıyı size öğreten birkaç kitap bulun okuyun. sonrasında okuduğunuz her kurgu eseri bu gözle okumaya başlayın. bir süre sonra zihninizde açılan o yeni kurgu odasını belli modellerle doldurmaya başlayacaksınız. odayı kilitledikten sonra da özgür kalıp yazacaksınız.

bunu hep söylüyorum. eskiden, insanlar okudukça bilgiyle dolup taşarlar ve bir gün yazar olurlar sanıyordum, sonra anladım ki insanlar yazmaya karar veriyorlar ve ne okumaları gerektiği konusunda yazı (üzerinde çalıştıkları dosya) onları yönlendiriyor.

turgut özakman "k.çını her gün aynı saatte sandalyeye koymayan yazar olamaz" diyordu. yazarlık bilgiyi sistemli işleme işidir.

aklınızda bir şey olması yetmez. sebat etmeniz ve onu o bulutun içinden çekebilmeniz gerekiyor.
nasıl yaparım sorusunun tek yanıtı var. sadece yapın. her gün yapınca, sayfalar birikiyor ve bir kitap oluyor.
103 favorites - -
roman yazmak, bazılarına göre tanrı’yla boy ölçüşme çabasıdır; bazılarına göreyse işten atılınca elde kalan tek avuntudur. peki ya bu işe “kafası iyi çalışmayan” biri kalkışırsa?

burada “kafa”dan kastımız zekâ mı, akıl sağlığı mı, disiplin mi, yoksa düpedüz edebi feraset mi? hepsini aynı sepete koyup bakalım ne çıkacak.

bölüm 1 : kafası kıt kalemin kılı kırk yarması

bir sabah uyanıp kendini kafka sanan kişi, öğlene doğru word belgesine boş boş bakarken gerçekte “kargo” şirketinde müşteri temsilcisi olduğunu hatırlayabilir.

kafası iyi çalışmayan biri roman yazmaya kalkarsa, cümleler şöyle başlar:

“ve o gün sabah olmuştu. güneş de bir başka parlıyordu. çünkü dün gece çok şey olmuştu. ama ne olduğunu biz de bilmiyoruz.”

bu kişi karakter yaratmaz, “birini” yazar. o biri çoğunlukla kendisidir, azınlıkla öldürmek istediği bir kişi...

zaman örgüsü ise einstein’ı bile deli eder. romanın başı 1984’tedir, ortası muhtemelen orta çağ’dadır, sonu ise “sonunda rüyaymış meğer” cümlesiyle noktalanır. kısacası:

yapısal bütünlük? o da ne?

psikolojik derinlik? çukur olabilir mi?

bölüm 2: roman, düşüncenin mimarisidir. ama mimar sarhoşsa?

kafası iyi çalışmayan biri roman yazarsa, metin daha çok bir mimarlık öğrencisinin sabaha karşı yaptığı makete benzer: yamuk, eksik ama tutkuyla yapılmış.

romanın yapısı çatırdar çünkü sebep-sonuç ilişkileri zihinsel netlik gerektirir. anlatıcı kimdir, bilinmez. perspektif kayar. birinci tekil şahısla başlayan roman, üçüncü çoğul şahısla biter, çünkü yazarın kendisi de kim olduğunu unutmuştur.

karakterler ister istemez yazarın bilinçdışı halini yansıtır, çünkü bilinçli bir yapı kuramaz. bu da zaman zaman metne öngörülmeyen bir derinlik katar. freud’un rüyalar için dediği gibi: “kafası karışık biri, belki de bilinçdışının en saf romanını yazar.”

ancak edebi değer, yalnızca iç dökme değil, iç döküleni yeniden düzenleyebilme becerisine de bağlıdır. bu kişi, yazdıklarını kesemez; her satır “çok değerli” gelir. yani metin, bir nevi psikoterapi defteri gibi olur ama kimse onu okumak istemez, belki terapisti hariç.

bölüm 3: roman yazmak, bir dünya kurmaktır. peki dünya düzse?

roman, diegetik* bir evrendir: kendi iç yasaları, zamanı, mekânı, dili ve ontolojisi vardır. edebiyat kuramcıları bu dünyayı kurarken yazarın niyetini, bilişsel yeterliliğini ve yapısal farkındalığını göz önüne alır. romanın inandırıcılığı, kurduğu dünyanın iç tutarlılığına bağlıdır. ama kafası iyi çalışmayan bir yazar için bu tutarlılık, “bir his işidir”.

hayatında hiçbir metin analizine denk gelmemiş, karakter inşası nedir duymamış, edebi türler arası farkı bilmeyen biri elbette roman yazabilir. ancak bu yazma eylemi, daha çok bir dilsel otomatik yazım deneyine benzer. surrealistler bunu severdi. ama çağdaş edebiyat, yalnızca bilinç akışı değil, bilinçli yapılar da bekler.

yine de, belki de o “kafa”nın iyi çalışmıyor oluşu, sistemin dışında kalmak anlamına gelir. bir anlamda, edebiyat alanının habitatına dahil olmayan bir dış ses olarak özgünlük barındırabilir. başka bir deyişle delilik, bazen yenilik yaratır. ama kafası iyi çalışan bir yazar buna bel bağlamaz.

kafası iyi çalışmayan biri roman yazarsa ortaya çıkan metin:

bazen istemeden postmodern olur.

bazen (sonradan utanacağı) bir özgüvenle felsefi cümleler saçar.

bazen de, bir sayfa boyunca “hiçbir şey” anlatır, ama öyle yazar ki “bir şey var bunda” diye düşündürür.

bu roman belki de okunmaz ama yazarı için bir kurtuluş olur. ve gün gelir bir eleştirmen onu bulup şöyle der:

“metin bilinçli bir yapısal bozukluk içeriyor; modern öznenin dağılmışlığını temsil ediyor. harika bir ironi.”

ama hayır. gerçekte bu roman bir kazaydı. ve belki de tam bu yüzden, bugüne dek yazılmış pek çok romandan daha samimiydi.

şimdi gelelim bu "kafası çalışmayan yazarların" yazdığı ünlü romanlara. bu durumu üçe ayırabiliriz:

1.zihinsel sağlık / ruhsal dengesizlik ve büyük edebiyat

tarihte psikiyatrik rahatsızlıklar yaşamış, zaman zaman gerçeklikle bağı zayıflamış, hatta klinik olarak “kafası iyi çalışmayan” sayılabilecek yazarlar gerçekten vardır ama bu onların yazdıklarının kötü olduğu anlamına gelmez, hatta tam tersine.

örnekler:

fyodor dostoyevski: epilepsiden muzdaripti, aynı zamanda paranoya ve halüsinatif deneyimlere açık bir yapısı vardı. ama “suç ve ceza” ve “karamazof kardeşler” gibi eserleriyle insan ruhunun dipsiz kuyularına indi.

virginia woolf: bipolar bozuklukla yaşamış, defalarca sinir krizleri geçirmiştir. ama “mrs. dalloway” ve “deniz feneri” gibi romanlarında zaman, benlik ve bilinç üzerine devrim niteliğinde yaklaşımlar geliştirdi.

sylvia plath: ağır depresyon, intihar girişimleri, klinik yatışlar… ama the bell jar (sırça fanus), amerikan edebiyatının kült metinlerinden biri haline geldi.

bu isimler “kafası iyi çalışmıyor” gibi kaba bir çerçevede değerlendirilemez belki, ama şurası açık: zihinsel çalkantılar, bazı yazarların hayal gücünü büyütmüş, yazma biçimlerine damga vurmuştur.

2. gerçekten kötü ama kültleşmiş yazarlar / romanlar

bir de şu kategori var: kafa iyi değil ama kasıtlı olarak değil, yetersizlikten, kibirden, ya da fazla özgüvenden. ve bu da ilginçtir ki, bazen başarısızlık başarıya dönüşür. işte edebiyat tarihinin en ilginç kazalarından bazıları:

amanda mckittrick ros: 19. yüzyılda yaşamış, abartılı ve neredeyse okunamaz cümleleriyle ünlü. “irene iddesleigh” adlı romanı öyle kötüdür ki, bir tür “edebi alkol testi”ne dönüşmüştür: okuyanların kahkahadan devam edememesiyle bilinir.

richard bach - jonathan livingston martı: kimine göre ilham verici bir metin, kimine göre spiritüel laf kalabalığı. ciddi eleştirmenlerce “çocuksu felsefi saçmalık” diye görülmüştür ama dünya çapında milyonlar satmıştır.

lafayette ronald hubbard (aynı zamanda scientology tarikatının kurucusu): battlefield earth adlı romanı, “fazla uzun, kötü yazılmış, mantıksız” olduğu hâlde kült bir bilimkurgu metni olarak hatırlanır.

bu yazarlarda zihinsel hastalık değil, edebi bilinç eksikliği veya kendilik farkındalığının zayıflığı dikkat çeker. ama okurun bu metinlerde bir tür “karşı-estetik” keyif bulduğu da bir gerçektir.

3. postmodern paradoks: kötü mü, bilinçli mi?

gelelim en eğlenceli ve kafa karıştırıcı bölüme. postmodern edebiyatla birlikte, bilinçli olarak “kötü yazmak” diye bir strateji doğdu. burada metinler bir yandan klişeleri, patetik anlatıları ve dağınık yapıları taklit ederken, öte yandan bunları parodileştirerek eleştirel bir ayna işlevi görür.

örnekler:

thomas pynchon - the crying of lot 49: kimi ilk okuduğunda “bu saçmalık” der, kimi de postmodernizmin başyapıtı olarak görür. yapay karmaşıklık ve absürtlük, tam da “kafası karışık bir çağın romanı”dır.

roberto bolaño - 2666: bitmemiş, uzun, dağınık, başıbozuk bir roman ama aynı zamanda çağdaş edebiyatın anıtlarından biri. kimi bölümleri “bilinçli bir dağınıklık”la örülmüştür.

yani bazen “kafa karışıklığı”, metnin özü haline gelir. çünkü modern roman, düzenli olmaktan çok, çağın çarpıklığını ve parçalanmışlığını yansıtmaya çalışır.

sonuç: “kafası iyi çalışmıyor” bazen hakarettir, bazen estetik devrim

bazen yetersizlik, gerçekten de kötü romanlar üretir.

bazen zihinsel çalkantı, insanlık tarihine kalıcı eserler bırakır.

bazen de neyin iyi neyin kötü olduğu o kadar belirsizleşir ki, belki de “kafası iyi çalışmayan” yazar, gerçeğe en çok yaklaşandır.

sonuçta roman yazmak, çoğu zaman aklın değil, ısrarın işidir. aklı yerinde olmayan biri ısrar ederse, evet, ortaya bir roman çıkabilir. belki de o roman, biz fark etmesek de bir başyapıttır.
62 favorites - -
birçokları gibi zamanında şahsen varoluş amacı haline getirdiğim bir eylem. öykü yazmak konusunda başarılı olunabilirse neden olmasın derim ancak bu eylemi yapmak pahasına hayatın gerçeklerini öteleme yöntemi insanı uçurumun kıyısına getiriyor. o baş dönmesiyle baş edip sağlıklı biçimde geri dönmekse çok zor oluyor. aileden şanslı olanlara ayrı bir parantez açmak gerekir tabii.
9 favorites - -
Next (2) - Last Page (29)