yıllar önce hayli ileri yaşlardaki bir amcadan ege'nin bir köyünde dinlediğim işgal yılları aktarımını aklıma düşüren bir lakırdı.
bir küçük köy. yunan işgali altında. el altından bir direniş örgütlenmeye çalışılıyor bir yandan ama vaziyet işgal işte. subaylar sevr ile terhis.
bir grup işgalci yunan askeri var köyün başında. insanları tarlalarda çalıştırmak istiyorlar. tabii ki bedelsiz.
bir sabah topluyor köylüyü işgalci diyor ki sen sen şuraya; sen sen şuraya. aralarında bir de hoca var. kim olduğunu bilmediğinden onu işaret edip sen de tütüne diyor işgalci. köylüden bir kısmı itiraz edip diyor ki onu çalıştırma o bizim din adamımız. sizde papaz çalışır mı ki bizim hocayı çalıştırıyorsun? biz çalışırız ama bizde tekkeli çalıştırılmaz.
işgalci bu defa diyor ki tamam o çalışmayacak. bazılarının özlemle andığı şey bu olsa gerek. nitekim kurtuluş savaşından sonra mektebe karşı çıkan bu takunya erbabı, o vakit çalışmaktan da askerlikten de muaftı çok özledikleri medreseler ve tekkeler sayesinde.
ne zaman osmanlının bir tekkelisinden bahsederken cihat deseler beni bir gülme alır. çünkü bunların şapka mapka değildi asıl dertleri: eski düzendeki gibi askerlikten muaf olmaktı muratları.
tekke torunları, kendi dedelerinin asker kaçağı kayıtlarını, bugün sana bana ittirme gayretindeler üstelik. istiklal mahkemesinde yargılananlar, din adamı nüfuzunu kullanıp mukavemeti pasifize edenler değilmiş bunlara göre. sadece allah dostu imiş! aşırı dozda necip fazıl okuyunca böyle bir şeye bile inanabilir kişi işte.
bu devleti milletiyle beraber kuran mustafa kemal atatürk bunlara dedi ki herkes önce mektebe sonra dosdoğru askere gidecek. kapattım gitti tekkenizi, takkenizi, takıyenizi. nokta.
şimdi durum ne? "medrese" sayısı kaç? çalışmayıp anca vaaz eyleyenlerin oranı ve nüfuzu ne vaziyette? meriç nehrindeki
himmet ağabeyden pay biç sen işte.