var olamamanın dayanılmaz ağırlığı bir aile restorana gider. görevli kadın geldiğinde yemeklerini söylerler. ailenin beş yaşındaki kızı da hemen şansını dener: "bana bir sosisli, bir patates kızartması ve bir kola."
"ah, hayır tabi ki" der babası, garsona döner ve "köfte alacak, yanında patates püresi ve süt lütfen." garson, çocuğa doğru gülümser ve "ee canım, sosislinin üzerine hangi sosu istersin?" diye sorar.
garson gittiğinde herkes kalakalmıştır masada. birkaç dakika sonra küçük kız sessizliği bozar, gözleri parıldaya parıldaya şöyle der: "beni gerçek sandı."
değersizlik duygusunun tohumları çocukluk yıllarında atılır. reddedilen, ihmal edilen, tutarsız davranılan, şartlı kabul edilen çocuk, kabul görebilmek için her seye katlanabilir:
var olmamaya bile.
engin geçtan'a göre bazı durumlarda çocuk varlığını yadsır ve kendisinden beklenilen, istenilen, arzulanan kimliği edinmeye başlar. çünkü kendi isteklerine uygun yaşamak için pek muhtaç ve pek güçsüzdür. bu acizliğin çocukta yarattığı etkiyi franz kafka'dan dinleyelim:
"bana hiç vurmadın ama vurmaktan beter
ettin."
otuz altı yaşındaki kafka'nın babasına yazdığı mektup, bu acizliği göstermesi açısından can acıtır: "ikimiz arasında gerçek bir mücadele olmadı hiç, ben kısa sürede saf dışı edildim. geriye kalan kaçış, acılaşma, keder ve içsel çatışmaydı."
"değersizdim, mahkum edilmiş, çiğnenmiştim.
başka bir yere kaçmak için büyük çaba
gösteriyordum gerçi, ama bu bir iş değildi, çünkü sahip olduğum güçlerle ulaşamayacağım, imkansız bir şeydi söz konusu olan."
başkalarının onayına muhtaç şekilde büyüyüp, içimizin farklı, dışımızın farklı olduğunu idrak ettiğimizde ikiyüzlülüğümüzden dolayı suçluluk
duyarız. değersiz bir mahluk olduğumuza inanır, bunun fark edilmesinden ve küçümsenmekten korkarız.
ve başkalarını küçümseriz
çünkü, engin geçtan'ın dediği gibi, "başkalarını küçümseyenler, küçümsenme korkusu olan kişilerdir."
ve bu değersizlikten doğan küçümseme itkisi, romantik eş seçimimize yansır:
"çocukluğunda kendini değersiz hisseden bir erkek, olasılıkla eleştirel ve yargilayıcı bir kadını kendine eş seçecektir." diye yazar
ayala pines ve devam eder:
"böylece aşağılık duyguları için onu
suçlayabilecektir. kadın, kocasının kendisine sevgisini göstermediğinden, erkek karısının bitmeyen eleştirilerinden şikayet etse de, her ikisi de eşlerinden ayrılmayacaktır."
çünkü memnuniyetsizliğimize dışarıdan bir sebep bulmak, o hislerle doğrudan
yüzleşmekten daha kolaydır.
jung'a göre ise kendimizde görmek
istemediğimiz bütün değersizlikleri "diğer
insana" atfederken aslında yaptığımız şey "ruh naklidir."
aşağılık gördüğümüz kendi ruhumuzu
karşımızdaki insan üzerinden yargılar ve
cezalandırırız.
"dünya hala tiksinilen insanlar ve günah
keçileriyle dolu," der carl gustav jung, "aynı eskiden cadılarla ve kurtadamlarla dolu olduğu gibi."
günah keçisi cadı ve kurtadam olarak pekala partnerimizi seçebiliriz.
ama çocukken var olmamanın en ağır yükü, hayata ortasından başlamaktır; yüzme bilmeden denizin ortasına atılmak gibi bir farkındalık yaşar, ikiyüzlülüğümüzün ardındaki örüntüyü idrak eder, sevdiğimiz insanları suçlamamızın asıl amacını anlarız. kısırdöngüden çıkmak için kararlar alır ama iş uygulamaya geldiğinde, irademizin yetmediğini fark ederiz.
franz kafka, mektubunda "yetişkin yaşımda çocuk gücümle öğrenmek zorunda kaldım," diyerek açıklar bu durumu:
"senin mücadeleyle elde etmek zorunda
kaldığın şeyler, bana senin elinden verildi, ama senin erken yaşta içine düştüğün dışarıdaki hayat mücadelesine ben, ancak geç bir dönemde, yetişkin yaşımda çocuk gücümle öğrenmek zorunda kaldım."
sosisli isteyen o kız çocuğu da hayatının bir döneminde; belki evlendiğinde, belki çocuk, hatta torun sahibi olduğunda karar verecek "var olmaya."
kafka'nın aforizması daha anlamlı gelecek o zaman:
"
sein" sözcüğü almanca'da iki anlama gelir: "var olmak" ve "onun olmak."
kaynak:
huzursuz beyin