video [01:05]
kamuya açık bir seçki hazırlamanın en zor yanı içten davranabilmek. bir gazetemiz ‘sanatçı’
ekrem yalçındağ’dan okuma listesi istemiş mesela; 7 kitap saymış, 6 tanesi almanca. kimse memleketine bu kadar bigane olamaz.
ertuğrul özkök bile. kaç kişinin hevesi gıdıklanacak almanca roman listesinden? ben çeyizimi sergilerken yapmacık olmayacağım. içtenliğimin alameti olarak, genç kızken bimilyoncuda görüp beğendiğim bir parçayla başlayacağım:
rafet el roman. 90’lar türk popundan nefret ederim. hatta tiksinirim. rafet el roman sadece nostalji fetiş figürü olamayacak kadar iyi bir besteci. her nedense 90’lar listelerinde, pal nostalji’de falan hiç duyulmuyor. bu yanlışa son verilmeli. rafet, guilty pleasure değil sadece pilejırdır.
gençliğin gözyaşı ve
en güzel günler senin olsun’un, memleketimizde yayınlanmış en iyi pop albümlerinden olduğunu düşünüyorum. gitarları çalan
dieter kociemba’e bakarak eşlik nasıl yapılır öğrenebilirsiniz.
“diğer” kategorisinden devam edeyim.
robert wyatt’ı duydunuz mu? davulcudur aslında. soft machine diye bir grupta çalıyor, söylüyordu. politik bir müzik. art rock denebilir. 28 yaşında, epey sarhoşken pencereden düşüyor. kazadan sonra belden aşağısı felç oluyor. “içmeye ara verdiniz mi?” sorusuna, “yoo” demiş. “karım ve ben sık sık sarhoş olmaya devam ettik.” dik başlı, tatlı bir herif. kendi dünyasını yaratabilmiş, özel bir besteci. röportajlarını okursanız daha iyi tanırsınız. favori albümüm
shleep. maryan ve blues in bob minor bir dinlemede sindirilemeyecek cinsten şeyler.
king crimson’ı da severim. dededen kalma vitrine koyup, kırk yılda bir kullandığım şeylerdendir. birbirine pek benzemeyen albümler yaptılar. ben karanlık olanlara daha düşkünüm. bilhassa da
three of a perfect pair’e bayılırım. albüm boyunca fripp bir yana, belew öte yana çekiştirir gibidir. tansiyonu sürekli yüksekte giden, bipolar bir müzik.
son olarak da
morphine’den
cure for pain’i ekleyelim. yürürken, kulaklıkla dinliyorum genelde bu albümü. postürüm düzeliyor, burnum havaya dikiliyor. nereden geldiğini bilmediğim bir özgüvenle, tempra gibi gidiyorum. bilhassa gelişme çağındaki genç yetişkinlere öneririm. manen değil madden de dokunan bir müzik.
•
caz kategorisine geçelim.
granny smith diye bir elma var. biliyorsunuz. yeşil, ekşi. 1800’lerin sonunda tesadüfen ortaya çıkan, neyin melezi olduğu da tam olarak kestirilemeyen bir elma. avustralya’da yaşayan yaşlı bir kadın, bahçesindeki diğer elma ağaçlarından farklı olan fideyi fark ediyor, konu komşuya haber veriyor, derken bu elmanın şöhreti afakı tutuyor…
eric dolphy böyle bir adam. neyin melezi olduğu anlaşılamayan, absürd, beklenmedik ve benzersiz. 100 kişilik ‘bigband’e koy, yine tanırsın. çok genç ölüyor, 36 yaşında. üstelik ne alkolik, ne uyuşturucu bağımlısı; ne zampara, ne haydut. mazbut, beyefendi bir adam. çok yazık. tüm samimiyetimle söylüyorum, hayatımda duyduğum en yetenekli, en sıra dışı ve en kimlikli müzisyen. üç farklı saz çalacaksın ve üçünde de en iyisi olacaksın. ben böyle başka bir müzisyen tanımıyorum. peş peşe dizdiği geniş aralıklarda zigzaglar çizerek, kapasitesinin son sınırında ve uzun uzun çalar. bir an bile düşmez. şakası da yapılır.
mingus’un
dolphy için yazdığı bir parça var;
so long eric. soloları çok uzunmuş, ondan bu ismi koymuşmuş. neyse,
last date benim favori albümüm.
you don't know what love is ilk duyduğum günden bu yana hala aynı şiddetle çarpar beni. fantastik bir şey. menendi bulunmaz bir flüt çalımı.
miss ann’deki alto saksofon solosu bir havai fişek gösterisidir. piyanoda
misha mengelberg eşlik ediyor. çok muzip bir herif. sonracığıma
out there albümünü sayarım. müthiş bir tantanayla açılır. çelloyu
ron carter çalıyor. sık sık detone olduğunu fark edeceksiniz. hedefin her zaman 3-5mm civarında dolanan, dinleyene dirlik vermeyen bir üslup. dolphy de öyledir.
far cry da acayip bir albümdür.
mrs.parker of k.c. ile açılır. caz tarihinin en klas trompet sololarından birini duyarsınız. çok genç yaşta, 23’ünde ölmüş bir wonderkid:
booker little. eric dolphy çalsa böyle çalardı herhalde. davulda
roy haynes var. en iyi performanslarından biri. sadece trampetteki ‘ghost note‘ları ve ‘flam’leri dinlemek bile insanı doyuruyor. piyanoda ise yeterince övülmemiş biri,
jaki byard var. hem melodik hem de bol disonanslı, parlak tuşeli ilginç bir çalım. albümün genelinde şunu fark edeceksiniz; boşluk yok. dolphy’nin üslubunun en ayırıcı yanı da bu: boşluksuzluk. fakat insanı usandırmayan, aksine hayrete düşüren, cünun halinde çağlayan bir gevezelik bu. dördüncü albüm bir konser kaydı:
eric dolphy at the five spot, volume ı. yine
booker little eşlik ediyor. bu kez piyanoyu
mal waldron çalıyor. o da enteresan bir tip. eroine düşmüş ve çalamaz hale gelmiş otuzlarının sonunda. sebat etmiş, birkaç yıl içinde iyileşmiş. yüzlerce albümde ismini görürsünüz. her taşın altındadır. abd’den sıkılmış, avrupa’ya gitmiş. karış karış gezmiş, ‘güzel dostlar biriktirmiş’. japonya’da yaşamış bir süre. ikinci kez evlenmiş orada. yedi çocuk, iki kadınla
bismilli hamo ağa gibi takılmış. bu tantanalı hayatın aksine son derece sakin bir tavra sahiptir. yeteneklerini göstermede gönülsüzdür. melodik ve iktisatlı çalar. beşinci ve son albüm olarak da waldron’un
the quest’ini sayarım. kolay dinlenen, düşük tuşeli, sade ve rafine bir müzik. fakat dolphy yine mahallenin delisi gibi çalıyor tabii. acayip bir kontrast.
•
avrupa sanat müziği namına en çok hangi eseri dinlemişimdir? hiç düşünmeden cevap verebilirim:
musorgski’nin
bir sergiden manzaralar’ı (kartinki s vstavki). çok marjinal bir tiptir.
çaykovski, hamisi olan
nadejda von meck’e yazdığı mektupta musorgski’den: “kendini eğitme arzusu olmayan, kendi dehasına körü körüne inanan sınırlı bir insandır. üstelik, onun doğası bayağı, kaba ve iğretidir. cehaletini sergilemekten çekinmez. bilgisizliğiyle böbürlenir. . acınası bir manzara!” diye bahseder. buna verilecek en iyi cevap şu: sen sanki çok şeysin! musorgski hakikaten de kaba saba, haydut gibi kalın bir tip. müziği de aynı derecede vahşi, gürültülü ama dokunaklıdır. bahsettiğim eser esasında 10 bölümlü bir piyano süitidir ama bu haliyle kapasitesinin çok altında ve cılız tınlar. allah
ravel’den bin kere razı olsun, bu müzikteki cevheri görmüş, onu nakış nakış işleyip orkestraya uyarlamış. insan dinlerken oturmaya devam edemez, ayağa kalkar bir döner tekrar oturur yerine. o derece kuvvetli bir şey.
schoenberg de ilginç biri. kendi kendini yetiştirmiş olmasına rağmen döneminde de sonrasında da çokça hürmet görmüş bir müzik teorisyenidir. iyi de bir bestecidir. kariyerinin hemen başında -25 yaşında- bestelediği
verklärte nacht (aydınlanan gece) avrupa sanat müziği’nin yakın dönem şaheserlerinden biridir. yaylı çalgılar altılısı için bestelenmiş.
the hollywood string quartet’in performansı meşhurdur. iyi besteci olmayı kafi görmemiş olacak ki kariyerinin sonraki yıllarında yaratıcı da olmak istedi. rubikon’u 1 numaralı yaylı çalgılar dörtlüsüdür. 1905. bu tarihten sonraki işleri sıra dışı, yepyeni falan olsa da güzel değildir. hatta çoğu zaman tahammülü zordur. alman annelerin yaramazlık yapan çocuklarını şönberg geliyo diye korkutması bundandır.
üçüncü sıraya
bruckner’in
8 numaralı senfonisini koyarım. yüzü sıradan bir ‘kappellmeister’in yüzüne benzer. ufku dar, dünyası küçük ve uysal. fakat müziğinin doğası vahşi, dağınık ve saldırgandır. tonal bir antichrist’tır adeta. üslubunun en eksiksiz ifadesi de 8 numaralı senfonisidir bana kalırsa. üçüncü bölümü özellikle çok dokunaklıdır. sızlanan bir devin sedası gibi.
boulez’in yönettiği icrayı seviyorum.
dördüncü sıraya yine
bruckner’in
8 numaralı senfonisini koyacağım ama bu kez bambaşka bir icrasını. organist
lionel rogg’un kaydı çok klastır. orgun ne kadar şahane bir alet olduğunu bu kayıt sayesinde anlamıştım.
son olarak pek rağbet görmeyen bir bestecinin eserinden bahsedeyim:
leos janacek’in
kurnaz küçük tilki (príhody lisky bystrousky) başlıklı operasında yer alan orkestral süit. 17-18 dakika süren, gerçeklerden uzak, kendine ait dünyası olan, masal gibi betimleyici bir müzik. çok kez dinlemişimdir, her seferinde de iyi gelmiştir.
•
türk müziği deyince aklıma gelen ilk kayıt ise
zeki müren’in
1955-1963 kayıtları başlığı altında toplanan icralarıdır. iki albüm olarak yayınlandı. malum, bardakçı zamanında zeki müren türk müziğinin canına okudu falan demişti. "hayranlarına sorarsanız mükemmel bir başlangıç yapmış, klasik müziği en düzgün şekilde yorumlamış, son senelerinde ise kulvar değiştirmiş, başka bir müzik icra eder olmuştur ama işin aslı başkadır: zeki müren, hiçbir zaman klasik bir icracı, mükemmel bir yorumcu olmamış, sadece "piyasa"ya hitap etmiştir." tümüyle saçmalık olan bu laflarla ilgili uzun uzun yazmıştım (bkz:
#125820328). merak eden buyursun. zeki müren kusursuza yakın söyleyen, türk müziğini çok iyi bilen, fevkalade yetenekli bir pop yıldızıdır. 60 evvelindeki radyo kayıtları
sadi ışılay,
hakkı derman,
refik fersan gibi abide müzisyenlerce de takdir edilmiştir.
cinuçen tanrıkorur'un da ifade ettiği gibi bu kayıtlar "hayranlık uyandırıcı", "her türlü takdirin üstünde, doyumsuz bir zevk", "üslup ve şarkı söyleme dersi" ve bir “mücevher”dir. kayıtlarda kendisine
selahattin inal (keman),
ferit sıdal (tanbur) ve
nevzat sümer (kanun) eşlik eder.
üçüncü ve dördüncü albümleri de yine
zeki müren’den seçeceğim:
sadettin kaynak şarkıları ve
selahattin pınar şarkıları. her iki isim de müziğimizin son büyük bestecileridir ve her türlü övgüye layıktır. türk müziğine uzak olanlar dahi bu kayıtları hemencecik sevecekler. eminim. hatta “nasıl da hemen düşüverdim, sakın bunlar ucuz piyasa malı olmasın?” diye şüpheye düşecekler. müsterih olsunlar, daha iyisini bulamazlar.
son olarak yine
kalan müzik’in
hisarlı ahmet -
kütahya’nın pınarları başlığıyla derlediği albümü zikredeyim. özlediğim ve pek karşılaşmadığım bir sound. dinleyeni yormayan, makyajsız, ham ve otantik bir müzik.
•
20 tane albüm/kayıt saymış oldum. şimdilik burada keseyim. kendi çeyizlerini düzecekler veya benim çeyizime göz atacaklar şunu fark edeceklerdir: müzik dinlemek amma zorlaşmış! dolphy’nin albümünü dinliyorsunuz mesela. 40 dakika. 10-15 dakika sonra ara vermek isteyeceksiniz. belki sıkıldığınızdan belki vaktiniz olmadığından. her neyse. dinlemek için vakit ayırmanızı, dış dünyayla ilişiğinizi bir süre kesmenizi öneririm. ibadet gibi. ilk başta bunalacaksınız belki ama sizi temin ederim daha sonra 50-60 dakikalık eserleri bile sıkılmadan dinliyor olacaksınız.
sağlıcakla.
yengeniz.
(hazırladığım listeyi
şu linkte görebilirsiniz)