hakkında bu kadar az şey yazılmış olmasına şaşırdığım
halil inalcık eseri. türk edebiyatı açısından mihenk taşı mahiyetinde bir kitaptır.
abdülbaki gölpınarlı'nın "
divan edebiyatı beyanındadır" isimli çalışması ile birlikte, edebiyat dünyasını en derinden sarsan eserlerden bir tanesidir. günümüzde neredeyse
şehevi bir saplantı savunulan ve özlem duyulan klasik edebiyatın neden gelişmediğini ve bir daha asla canlanamayacağını açıklar bizlere.
2003 senesinde
doğubatı yayınevi tarafından basılan eser, o güne kadar hiçbir eserin yapamadığını yapar ve divan şiirini
patrimonyal devlet ve sanat ekseninde sosyolojik olarak inceler.
halil inalcık'ın
şeyh-ûl müverrihin olduğu malum; ancak onun esasen iyi de bir edebiyat temeline sahip olduğunu unutmamak gerek. nitekim kendisi
mehmet fuat köprülü'nün öğrencisidir. bu yüzden hocanın yalnızca seksen sayfalık bu risalesi, bugün bile okunmaktadır ve açıklığa kavuşturduğu meselelerle bir mil taşı hükmündedir.
"marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zâyidir. iltifatsız mal zâyidir." dostlar. bir zamanlar, özellikle de sanat söz konusu olunca, iltifatın önemi büyüktü. ancak iltifattan daha önemli olan ise, onun kimden geldiğiydi. bir zamanlar "osmanlı toplumu gibi patrimonyal bir toplumda, başka bir deyimle, sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükmeden tarafından belirlendiği bir toplumda bu gerçek daha belirgindir."
"matbaanın geniş kitlelere okuma imkanı verdiği, böylece edebi ve ilmi eserlerin, yazarına geçimi için yeterince gelir kaynağı sağladığı dönem gelinceye kadar, bilgin ve sanatkâr hükümdarın ve seçkin sınıfın desteğine muhtaç idi."
bugün bir yazarın ortaya çıkıp yetenek ve maddi güç ile kitabını bastırması mümkünken, bundan yüzyıllar önce böyle bir imkan yoktu. o zamanlar bir sanatkarın sanatıyla meşgul olmasının tek yolu, geçimini dert etmeden sanatına odaklanmasına yetecek kadar gelire sahip olmasıydı. şurası kesindir ki matbaanın yaygınlaşması edebiyata ve sanata esneklik getirmiştir. ancak bu esnekliğin olmadığı zamanlara, sanat üreten kişinin bir hamiye ihtiyacı vardı. tabii inalcık hoca bu patrimonyal sistemin icracıları ve alıcıları arasındaki sosyolojik yapıya ışık tutar. mesele yalnızca bir şairin şiirlerine veya bir sanatçının eserlerine, yeteneğine sahip olmak; onu finanse etmek değildi. ortada bir çeşit üstünlük yarışı da vardı. pek çoğunuzun aklına geldiği üzere, medici ailesi de bu türden bir hamiliğin batılı tarzda örneğidir. sanatın sığınağı her zaman patrimonyal devlette, hükümdarın sarayıydı.
"osmanlı'da, en yüksek mimar, sarayın mimar başısı, en iyi kuyumcu, sarayın kuyumcubaşısı ve en güzel şair, padişahın ilgi ve lütfuna layık görülen
sultânü'ş-şuarâ idi. bilgin ve sanatkar; hükümdarın prestijini, sarayın nam-u şanını yüceltmek için gerekli ögeler sayılırdı. bilgi ve sanatın koruyucusu olan hükümdarın, hakem sıfatını hakkıyla yerine getirebilmesi için kendisinin de, ilim ve sanattan payı olmak gerekirdi."
osmanlı sultanları entelektüel hükümdarlardı ve hemen hepsi sanattan anlardı. hatta
kanuni sultan süleyman bir osmanlı padişahı olmasaydı dahi,
muhibbi mahlasıyla yazdığı şiirler onu bugün hatırlanan bir şair yapmaya yetecek kıymettedir. padişahın sanatla iç içe olması, onun bir çeşit hakem rolü üstlenmesini sağlamıştır. nihayetinde yazılan şiirler çoğunlukla ve de mecburiyetten ona yazılırdı. inalcık burada, "
makbul ve
muteber" bir eserin ancak hükümdarın iltifatına bağlı olduğunu belirtir. zaten
ikinci murat'tan itibaren sultanların divan tertip edecek kadar şairlik yeteneği kazandığını da anlatır.
o halde
şair ve
patron ilişkisini basit bir matematikle açıklayabiliriz.
patron için şairler önemliydi çünkü bu türden kişileri barındıran sarayın değeri yükselirdi.
şair için ise hükümdar önemliydi çünkü hayatta kalmak için gereken destek ondan gelebilirdi. buradaki kilit nokta ise, hükümdarın şairin hareketliliğini kısıtlaması ve onu kendini beğendirmeye muhtaç bırakmasıydı. patronun ilgisini sürdürmek ve onu sinirlendirmemek gerekiyordu. sonuçta
nef'i diliyle hakk’ın belâsına uğramadı mı? bu açıdan baktığımız zaman edebiyatın halka değil de küçük bir zümreye hitap ettiğini mi görürüz? aslında bu cümle yanlış anlaşılmaya ve çarpık bir ifadedir. sanatın sadece küçük bir zümreye hitap etmesi mümkün müdür? gerçekten de bütün anadolu halkı, sanat söz konusu olunca "biz bilmeyiz saraylılar bilir" mi diyordu? elbette hayır. sadece o zamanlar saraylı çevrede popüler olan sanat ile halk arasında destek gören sanat farklıydı.
"burada önemle kaydetmek gerekir ki, divan şiirinde doğal
coşku,
lirizm değil,
tasannu esastır. saray kültürüne sahip hükümdarlarla devlet büyüklerine, çeşitli 'fenler'in uygulandığı sanatkarane eser hitap eder. bu çeşit eserler; sembolik, zihni incelik isteyen,
tasannu ürünü eserlerdir."
"patron, batı natüralizmi ve realizmin de olduğu gibi, doğal, açıkça ifade edilmiş çıplak insanı duyguları ve tasvirleri değil;
hayal ve
sembolizm, ustalık ve zarafet
libası içinde gizlenmiş ince güzelliği arar."
kaside sunma ve işret meclisi:
"doğu edebiyatında şairin
himaye,
inayet arayışı, özel bir düzenleme ve kalıp içinde patrona sunduğu övgü,
kaside nev'i içinde ifadesini bulur.
kasideler, başta, öbür dünyada tanrının rızasını, peygamberlerin, velilerin
şefaatini ve bu dünyada
patrimonyal siyasi güç sahiplerinin
himaye ve
inayetini kazanmak için yazılırdı."
“saray "hâs" bahçelerinde veya kasr (köşk)larda "
halvette" düzenlenen geleneksel işret meclisleri
şâir,
mutrib,
hânende gibi sanatçıların hükümdar önünde kendilerini göstermek fırsatını elde ettikleri bir yarışma meydanı oluştururdu.
firdevsî,
şehnâme'de (1000 tarihlerinde) kadîm iranlı hükümdar
hüsrev'in verdiği işret meclislerini uzun uzun tasvir eder. bir zafer veya başka vesilelerle süslenmiş saray bahçe ve kasrlarında tertib olunan bu ziyâfetler, üç gün üç gece, bazen bir hafta sürer, "nahiller dikilir, mis kokuları içinde güzel çalgıcılar çalarken peri yüzlü
sakîler misafirlere yıllanmış şarap sunar". herkes sarhoş olur; zafer hikâyeleri dinlenir, şâirler karşılıklı en güzel şiirlerini söyler,
muşâ'ara ederler.
firdevsî, böyle bir mecliste rakibi şâirler önünde sultan mahmud'un takdirini kazanır. selçuklu sultanı alâeddîn'e kasîde sunan
hoca dehhânî, "şâhlar-şâhı'nın çalgılı, içkili zengin bezmler"inden söz eder. yine böyle bir işret meclisinde anadolu selçuklu sultanı bir kasîde için şâir zahîreddin'e beş nefer güzel kul bağışlamış, ı. izzeddîn keykâvûs (1210-1220) sinop fethi üzerine düzenlenen bir işret meclisinde nedîmlere ve şâirlere
inamlarda bulunmuştur. osmanlı kaynakları şâirlerin çoğu kez bu gibi işret meclislerinde hükümdarın takdir ve lûtflarına eriştiklerini belirtirler. hükümdar hizmetindekiler arasında
patrimonyal ilişkileri pekiştiren sosyal bir kurum olarak işret meclisleri, şölenler ve toylar avrasya türk-moğol devletlerinde hayatî sosyal bir fonksiyona sahipti.
karl jettmar'a göre "en ince ayrıntılarına kadar düzenlenmiş içki âlemleri hükümdarın şöhret ve prestijini yükseltmek için yapılan bir çeşit âyin (ritual) hükmünde" idi. osmanlılar'da haftalarca süren muhteşem
sûr-i hümâyûnlar bu geleneğin ne kadar önem taşıdığını kanıtlayan olaylar olup görkemli
sûrnâmeler'de yaşatılmak istenir. bu işret meclislerinin, hükümdarın ve sarayın hayatında nasıl hayatî bir yer tuttuğunu ayrıntılı tasvirlerle
ibn-i bîbî'nin tarihinde görüyoruz:
alâeddîn keykubad'ın işret meclisi kuruldu... l'al şaraplarla ve dürlü dürlü nakiller (nahil) birle ârâste edüp döşediler ve mutribler hezâr destân gibi elhân-i cân-fezay birle surûda şuru' kıldılar ve câm-i şarâb içmeye ve barbut ve rubâb istimâ'ına meşgul oldular".
"sanatkarlar, patronun gözüne girmek için başkalarından daha mükemmeli ortaya koyma çabasındadırlar, böylece patronaj sanat bakımından gerçekten olumlu bir rol oynar. bu sonuç; ancak patronun kendisinin sanat anlayışındaki düzeye ve sanat zevkine bağlıdır."
o halde artık işret meclisi, şair ve patron hakkında daha fazla şey biliyoruz. unutmamak gerekir ki o zamanlar sanatkarın ödevi patronun gözüne girmekti. bu gerçekten de sanatçı için hem olumlu hem de olumsuz sonuçları olan bir ilişkiydi. sanatçı için sanat yalnızca patrona hitap eden şeylerden ibaretken, patron için de sanat yalnızca onun prestiji ve zevkine göre dizayn edilen bir işti. bu ikisi birbirini hem besliyor hem de kısırlaştırıyordu. bununla birlikte sanat yalnızca padişahın estetik zevki kadar fark ediliyor ve takdir görerek ilerleme kaydediyordu.
peki daha sonra ne oldu? eh, o da başka bir yazının konusu. şimdilik elimden geldiğince hocanın başyapıtını tanıtmaya çalıştım. elbette bir kitabı bir entry ile tanıtmak güç. özellikle de bu kitabın yazarı
halil inalcık gibi bir efsaneyken. ne diyebilirim ki... meraklısına şiddetle tavsiye ederim.