askerlik öncesi işsiz gezdiğim günler. bi akşam evde oturuyorum. bilgisayar başında vakit geçiriyorum. canım birden patlamış mısır çekiyor. kardeşim odamın yakınlarından geçerken ona sesleniyorum:
-bugün patlamış mısır yemek için harika bir gün değil mi? mısır patlatsan da yesek mi acaba?
koltuktan kalkıp mutfağa gidip mısır patlatamadım. damlaya damlaya göl olsun istiyordum. ağaç yaşken eğilsin. vur patlasın çal oynasın. şey, pardon! mısır patlasın ben sevineyim. ya da armut pişsin ağzıma düşsün. işte öyle bir şey.
bir şey düşmemişti ağzıma ama ertesi gün yine patlamış mısır düştü aklıma. anne, dedim:
-bugün patlamış mısır yemek için harika bir gün değil mi? mısır patlatsan da yesek mi acaba?
yine bilgisayar başındayım tabii. üşeniyorum mutfağa gitmeye. bi kız için 750 km gitmişliğim var ama mutfağa gitmeye üşeniyorum bazen. çünkü armut pişsin ağzıma düşsün. işte öyle bir şey.
iki gün sonra bi arkadaşa uğruyorum. evine geçmeden önce a101'e giriyoruz. nevale hazır. her şeyi alıyoruz. cipslerin yanındaki patlamış mısırlarla göz göze geliyorum bi an. arkadaşım, evde var ben sana patlatırım, diyor. eve geçiyoruz. çay demliyoruz. muhabbet koyu. cipsler kuruyemişler. gecenin geç saatlerine kadar oturuyoruz. kimsenin aklına gelmiyor mısır.
unutuyoruz. hem çok istiyorum. hem unutuyorum. bir gün üşeniyorum. başka bir gün unutuyorum. bunlar kötü alışkanlıklar; evde denemeyin.
iki hafta sonra çok sevdiğim arkadaşım rıdvan'la yollarda buluyoruz kendimizi. askere gitmeden önce son bi otostop ve kamp macerası yapalım diye çıkıyoruz yola. hep olmak istediğimiz yerdeyiz. bizi sabah
patara'dan
kaputaş plajına getiren doktor abimiz. kekova'ya geçeceğimizi duyunca:
-bu parayı alın ve benim için güzel bi yemek yiyin. ben gençliğimde sizin gibi gezme fırsatı bulamadım. zaten askere gidecekmişsiniz bu da güzel bi anı olsun size. kekova'da sandal kiralayıp balığa çıkabilirsiniz ya da güzel bi akşam yemeği yersiniz.
almamak için dirensek de 100er tlyi atıyoruz cebimize. kaputaş'ta birkaç saat geçirip akşam üstü
kekova'ya geçiyoruz. iki araba değiştiriyoruz. en son iki ingiliz amca getiriyor bizi kekova'ya. hedefimiz bu gece
simena kalesi'ne kamp atmak.
kekova'ya gelir gelmez yaşlı bir sandalcı amcayla pazarlık ederken buluyoruz kendimizi. iki kişi için 150 tl ile açılan teklif 70 tlye kadar düşüyor. biz aslında sandala binme derdinde değiliz. kaleye yürüyerek de gidebiliyor muyuz bunu öğrenmeye çalışıyoruz. derken bizim arka tarafımızda sahil boyu devam eden
likya yolunu kekova'ya bağlayan patika yoldan bizim gibi sırt çantalı biri geldi. bi an göz göze geldik. onun da bu akşam burada kamp atacağını tahmin ettim hemen. göz teması kurduk bir an. daha sonra o da yanımıza gelerek muhabbete dahil oldu. sandalcı amcamız üçümüzü 75 tlye deniz üzerinden kaleye götürmeyi teklif etti. ikna olmadık. biz bi düşünelim dayı, dedik ve uzaklaştık. siz bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorsunuz. daha sonra limandan devam ettik. birkaç marketin önünden geçtik. evlerinin önünde oturmakta olup muhabbet eden şalvarlı ve yazmalı iki güzel ablaya kaleye nasıl gidebileceğimizi sorduk. onlar da bize tarif ettiler:
-arkadaki patika yoldan 2 km gideceksiniz. burada kamp atanlara kimseler karışmaz. kendi eviniz gibidir burası. kalenin yanına kampınızı atarsınız. oranın manzarası çok güzeldir.
marketten akşam yemeği için bir şeyler alalım dedik. markete gitmek için geri döndük. yemelik içmelik atıştırmalık bir şeyler aldık. buz gibi bir içecek aldım kendime. marketten ayrılmadan önce kafamda ampül yandı bir an:
-patlamış mısır da alalım mı abi? ne zamandır yiyemiyorum.
daha 10 dakika önce tanıştığımız arkadaş bende mısır var, kamp ocağım da var. kampı bi kuralım size mısır da patlatırım, dedi. içten içe çok mutlu oldum.
'gün batımına doğru sürerken atımı gitme kal demeni bekliyorum ama yalnızca rüzgar çekiştiriyor atkımı.' şiiriyle beraber düştük tekrar yola. 2 km gittik. gün batımında simena kalesi'ne çıktık ve o eşsiz
üçağız manzarasında bir sürü fotoğraf çekindik. hava tamamen kararmadan da kalenin hemen yan tarafına zeytin ağaçlarının altına ve kocaman lahitlerin hemen yanına kurduk çadırlarımızı. biraz dinlenip kendimize geldik. sonra kamp ateşi yakıp yemeklerimizi yedik. yemekten sonra da dolunayın altında, o sıcak havada buz gibi içeceklerin yanında hayatımın en güzel patlamış mısırını yedim.
o gece kafamı yastığa koyduğumda kafamın içindeki yazlık sinemada o günü tekrar oynattım. hayatımın en güzel günlerinden biriydi. 'jenny ile ben patates ve köfte gibiydik.' demişti, forrest gump. ben, rıdvan ve fakir abi. mısır, yağ ve tuz gibiydik. evet abimizin adı fakir ama gönlü çok zengin bir insandı. ertesi gün forrest'ın izinden devam edecektik yola; likya yolunu tam 25 km yürüyerek.
ps: işte ben bazen böyle küçücük şeylere kocaman anlamlar yükleyip onları kocaman mutluluklara dönüştürebiliyorum. ne zaman bir yerde patlamış mısır görsem o güne dönüp baştan yaşıyorum bütün güzellikleri. çünkü: 'yaşanan hangi güzel şey bitmiştir ki! dile getirildi mi bütün anılar yeniden yaşanır.'