içiçe geçmiş zamanları, mekanları ve kişileri tek bir hikayede toplayan, the hours filminin ve sırça fanus kitabının ilham kaynağı olan virginia woolf yaratısı.
evde misafir olunca mrs. dalloway'i cok iyi anlıyorum..
mrs. dalloway, virginia woolf'un günlüklerinde belirttiği üzere deliliği ve intiharı incelediği, toplumsal düzeni eleştirdiği, bu düzenin en yoğun biçimiyle nasıl işlediğini göstermeye çalıştığı romanı olarak karşımıza çıkıyor.
zaman olarak 2022 senesinin haziran ayında 24 saate dahi ulaşmaksızın çok kısa biz anı ele alıyor. bu noktada londra'nın en güneşli ve insanı depresyona sokmayacak kadar güzel havalarının yaşandığı bir ay olan haziranın seçimi, kitapta geçen intihar olgusunun arkasında bu çevresel faktörün olmadığını vurgulamak için özel bir seçim mi acaba diye düşündürüyor. big ben'in her çalışında londra topraklarında birbirine yakın ama özünde bambaşka yaşam öyküleri yaşayan insanların içsel konuşmaları, geçmişlerinden günümüze değişimleri ve ruhsal bunalımları bir tünelden diğerine geçermiş gibi kah aydınlanıyor kah kararıyor.
intihar- ölüm- yabancılaşma- delilik:
woolf'un hem özel hayatında hem de bu kitabında özel bir yeri olan bu kavramlar, savaştan dönen bir askerin yaşadığı travmalar sonrasında topluma hiçbir zararı olmamasına rağmen delirdiği söylenerek toplumdan uzaklaştırılmaya çalışıldığı sırada karısıyla en mutlu olduğu anda hayatına son vermesi şeklinde karşımıza çıkıyor. bu da bir başkaldırı özü itibariyle! toplumsal açıdan onu iyileştirmek değil de pasifleştirmek için uğraşan sağlık politikasına boyun eğmektense ölüme kucak açarak bir başkaldırı! okur olarak şöyle düşünebiliriz: eğer asker ölüm yerine boyun eğmeyi seçerek yaşamayı seçseydi daha iyi olmaz mıydı? hayır! asker madden olmasa da manevi olarak ölürdü yine. karısının anılarında mutlu ve cesur bir adam olarak kalamazdı. ayrıca bir asker olarak savaştan nasıl etkilendiğini ve savaşın nasıl korkunç sonuçlar doğurduğunu gösteren bir imgeydi bu ölüm aynı zamanda. mrs. dalloway gibi insanların partilerinde bahsedilecek bir gevezelik unsuru olsa bile tat kaçırması vurucu!
entellik- sınıfsallık- kariyer:
bu kavramlar ile yoğrulan romanda, gördüğü güzellikleri anlamayan ancak onu bir filozof aktardığında duyarlılık gösteren entel takımını sembolize eden karakter seçimi etkileyici! öyle ki kendi ülkesinde sosyalist tutumu sebebiyle oxford'dan atılan peter walsh, hindstan'a gidip döndüğünde ülkesinin değerlerini, kitaplarını, kültürünü bir kez daha hayranlıkla izler ancak biraz insan arasına karışınca yine kibire boğulduğunu görürüz. “balık” metaforu ise muazzam güzellikte! mrs. dalloway'in sınıfsal açıdan kariyer ve rahatlık yönüyle hayatının aşkı yerine kabineye girme ihtimali olan mr. dalloway'i seçmesi de günümüz kadınlarında da görülen sınıf atlama ya da kocası/ sevgilisi aracılığıyla bir kariyer planı yapma durumunu yüz yıl öncesinde de olan bir olgu olduğunun göstergesi.
aşk:
kitapta aşk kavramı çok yönlü ele alınmış. mrs. dalloway, aşkını mantığına ezdirerek peter walsh'u terk etmiştir. kocası richard dalloway ise güvenli limandır, ona destektir. ayrıca karısına onu çok sevdiğini söyleyemese de ona bir demet çiçek alarak ve ona verdiği battaniye ile dinlenmesini sağlayarak aşkını gösterir. keşke hem bunları yapıp hem de aşkını haykırsaydı ama bazen gerçek aşk sessizlik dilini de kullanabilir. öte yandan uçarı eski sevgili peter walsh, hem clarissa için mücadele vermeksizin çekip gitmeyi tercih etmiş hem de ona olan aşkını haykırıp dursa da arada bir sürü ilişkisi olmuştur. hatta ingiltere'ye dönme sebeplerinden biri de hindistan'da ona aşık olan mükemmel kadının evlilik durumunun düzelmesini sağlama yolu aramaktır. aşk, lafta ve dürtüsel olarak heyecan yaşamakta değil eylemlerde gizlidir mesajına ulaşabiliyoruz.
lezbiyenlik- evlilik- annelik:
clarissa ve sally karakterlerinin hayatlarında en mutlu oldukları ve radikal sol görüşlerini birbirleriyle paylaşarak güçlendikleri dönem, ikisinin de üst düzey sınıflardan erkeklerle evlenmeleri sonucu sona erer. ikisi de düşünsellikten uzaklaşıp annelik ve eş olma rollerine bürünürler. kimlik dönüşümüdür özünde. şu an bile kabullenmekte zorlanılan cinsel yönelim farklılığı o dönem için çok daha korkutucu olmalı. gençliğin cesareti ve ayakları yere basan insanlara dönüşüm… bu evliliklerden sonra bir daha kendi adlarını kullanmayan kadınlar, eşlerinin soyadlarıyla anılan insanlara dönüşürler. sadece birbirlerini gördüklerinde kullanırlar adlarını. kişilik parçalanması… annelik konusuna gelince mrs. dalloway'in kızıyla iletişimi salt sahip olma odaklıdır ve kızı da bunu hisseder. sally'nin ifadesiyle clarissa'nın çiçek yetiştirmekten çok uzak olması da bunun göstergesidir. anne olmak bir mevkidir o zamanda da günümüzde de. toplumda bir sınıf daha!
kitapta altı çizilecek nadir yer olması da yine woolf'un kendi ifadesiyle şu şekilde açıklanır: “felsefe bir romana yedirilmemişse, bu cümlenin altını kurşun kalemle çizebiliyorsak, diyebiliriz ki ya felsefede bir yanlışlık vardır, ya romanda ya da her ikisinde birden.” okunması zor ancak üzerine düşünmek ve arkadaşlarla hakkında sohbet etmek için güzel bir seçim.
bugün mrs. dalloway'ı ikinci kez okuma deneyimim tamamlanırken, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bu eser, bugüne kadar kaleme alınmış en çarpıcı, devrimci ve derin eserlerden biri olabilir. insanın iç dünyasını, hayatın akışını, üstündeki baskıları ve travmaları, toplumun beklentilerinden gizlediği düşünceleri, insanlarla yabancılaşmayı, savaşın yıkıcı etkilerini ve ardından insanın tekrar inşa sürecini bu denli ustaca ele almasına hayran kalmamak elde değil. ancak, şu bir gerçek ki woolf'ün betimlemeleri ve bilinç akışı, yeni okurlar için anlaşılması zor olabilir. virginia woolf, adeta bir ilah gibi, onun gibi bir zihne sahip olmanın ne kadar zor olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. zaten en sonunda dayanamayıp intihar edişi de bir göstergesi. bizim beynimizde big ben sadece bir ses iken, onun zihninde "yorgun dalgaların kıyıda tuz buz olması gibi" şeklinde beliriyor.
bu tür bir eseri, woolf haricinde kimse yazamayacağına şüphe yok, açık bir şekilde, ingiliz dilinin en büyük kalemidir.
sheakespeare, jane austen ve bronte kardeşler gibi ingilizce kalem üstatlarınin çok seviyorum. ancak, eğer bu yazarlar virginia woolf ile aynı dönemde yaşasalardı, muhtemelen ona büyük bir hayranlık ve kıskanclık duyardılar.
virginia woolf'un 1925'de tamamlamasına rağmen 3 defa daha gözden geçirip yayımladığı,
bilinç akışı tekniği ile yazılmış, orta sınıf içinde kadının yerini sorgulayan, biraz intihar biraz varoluşçuluk içeren, bayan dalloway'in çiçek almak için sokağa çıktığı 1 tek günü anlatan kitap.
ne diyordu yazar; "evet, bir baharı hak ettim. ve hiç kimseye hiçbir şey borçlu değilim."
virginia woolf'un mrs. dalloway'i, klasik ingiliz edebiyatı dendiğinde akla gelen romanlardan biri. bir woolf bağımlısı olarak az önce yıllar sonra elime alıp yeniden okumaya başladığım kitap. bakalım bu sefer neler bulacağım kendimden? metin boyunca bir gün gibi görünen o kısacık zaman diliminde woolf, sayfalar arasında ince ince dokuduğu karakterlerin içsel dünyasını açığa çıkarıyor sanki. mesela clarissa dalloway’in londra sokaklarında geçen basit bir alışveriş gezisi, okuru savaş sonrası modernizmin kaygı dolu atmosferiyle tanıştırıyor. bu sebeple üzerinde akademik okumalar yapmaya müsait bir kaynak. woolf’la tanışmak isteyenler için ise tam bir başlangıç romanı. halloween günlerine de woolf yakışırdı zaten. selam olsun kendine ait bir odası olanlara!
virginia woolf'un 1925 yılında yayınlanan mrs dalloway'in bir gününü anlattığı kitap.
tüm karakterlerin iç dünyasına şahit olmak zaman olarak bir gündeyken yılları okumak müthiş. insanların samimiyetsizliği herkesin birbirine olması gerektiğini düşündüğü gibi davranması , derinleşememek , modern dünya insanıyla defalarca yüzleşmek çeşitli iç sıkıntılarına sebep oldu.
“ ve mutlu muydular clarrissa'yla diye sordu sally( kendisi son derece mutluydu); onlar hakkında hiçbir şey bilmiyordu, itiraf etti bunu, herkes gibi peşin hükümler veriyordu, çünkü insan her gün birlikte yaşadığı kişiler hakkında bile ne bilebilir ki? diye sordu sally. hepimiz mahkum değil miyiz? hücresinin duvarını eliyle kazıyan bir adam hakkında harika bir tiyatro oyunu okumuştu ve bunun hayat için de geçerli olduğunu düşünmüştü. “
septimus karakteriyle beni mest eden virginia woolf romanı.
kitapta bir güne bütün karakterlerlerin yaşamı sığdırılmış. bilinç akışı tekniği o kadar iyi uygulanmış ki sanki bir suyun akışını okuyoruz. karakterler arası geçiş çok iyi ve bu karakterlerin clarissa ile birbirlerine bağlanması usta işi.
septimus ve clarissa bence virginia woolf'un hayatından büyük izler taşıyor. clarissa ile virginia'nın aydınlık, yaşama sevinçli halini, septimus ile karanlık ve melankoli halini okuyoruz.
zihin ile ilgili okuma yapmayı, karakterlerin anlık duygu durumunu incelemeyi merak edenlere mutlaka öneriyorum.birkaç alıntı bırakıp bitiriyorum.
“tüm dünya sanki gitgide azalan bir takatle her defasında, 'hepsi bu kadar, dahası yok,' derdi; ta ki sonunda, kumsalda güneşin altında uzanmış yatan bedenin içindeki kalp bile, 'hepsi bu kadar,' diyene dek. 'korkma artık,' der kalp, 'korkma artık,' ve olanca yükünü bir denize havale eder; deniz tüm kederler adına ortak bir iç çeker, yenilenir, her şeye tekrar başlar, biriktirdikçe biriktirir, sonra yine bırakır ki devriliversin. beden bir kez daha kendi yalnızlığında, gelip geçen arıya, devrilen dalgalara, havlayan köpeğe, uzaklarda dur durak bilmeyen havlayan köpeğe kulak kesilir.”
“ölüm bir başkaldırıydı. ölüm bir iletişim girişimiydi, her defasında kaçarak ulaşılmaz kalmayı esrarengiz biçimde başaran o merkeze erişimin imkansızlığını, yakınlığın gitgide azaldığını, coşkunun solup gittiğini, insanın yapayalnız olduğunu hissedenlerin girişimi. ölümde bir kucaklama vardı.”
“böyle bir dünyaya çocuk getirilemezdi. girdap misali bir o yana bir bu yana yönelttikleri geçici hevesler ve kibirlerden başka kalıcı hiçbir duygusu olmayan bu şehvetli hayvanlara acı çektirilemez yahut soylarının çoğalmasına vasıta olunamazdı.”
bir arabanın arkasına koyulan kamerayla gezilerek çekilen eski istanbul manzaralarını andıran kitap. o caddeden bu dükkana, o kadından bu adama, şu bahçeden o arabaya sürekli bir geçişin/akışın yaşandığı leziz roman.
kütüphanemde, iki ayrı yayınevinden (iletişim ile kırmızı kedi) mevcut ama dün, can yayınlarından, duygu akın hanımefendi tarafından çevrildiğini görünce (2024'te basılmış) hemen sipariş verdim. yani bu duruma kayıtsız kalamadım.
kendisini çok yakın bir zamanda keşfettim.
iyi çevirmen hemen kendini belli ediyor. benim iyi çevirmen demem bile bir hadsizlik.
ben kimim?
allah ona, seçkin selvi hanımın ömründen daha fazlasını versin. bunu kendi bencilliğimden istiyorum.