«
her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır» minvalindeki sözde özlü sözdeki "
kadın", gerçekçi bir filmde karşımıza saatlerini mutfakta işkembe doğrayarak geçiren, parkeleri parlatacağım diye dizlerini paramparça eden, kocasının etrafında sımsıcak bir sevgiden ziyade buz gibi bir korkuyla pervane olan bir kadın olarak çıkar. saçları karman çorman, elleri nasırlı, yüzü bakımsız, giysileri paspal bu kadın, şairlerin türlü çiçeklere benzettiği, uğrunda ölüm şerbetleri içtiği, bülbül olup aşk şarkıları şakıdığı sırma saçlı, okyanus gözlü, nur yüzlü peri kızlarına hiç mi hiç benzemez.
eh, insanın en ulvi duygusunu, yani "
aşk"ı dahi evvela ambalajlayıp sonra bir güzel markalaştırıp parayla alınıp satılabilen bir nesne haline getiren endüstriyel dünyamız, insanların sinemaya kendi gerçeklerini görmek için para vermediklerini ve başarısız erkeklerin kendilerini daima "başarılı" hissetirecek bir şeylere, arkaplana hapsedilmiş kadınların ise çamaşır suyu kokmayan "bağımsız" bir geleceğe dair (umutlarından ziyade rüyalarının) yeşermesine gereksinim duyduğunu pekala bildiğinden, perdeye yansıttığı "başarılı erkeğin" arkasına mutlaka bir "güzel kadın" yerleştiriyor ve bunu yapmadan evvel takıyor gerçek kadını koluna, o güzellik merkezi senin, bu mağaza benim, şu kozmetikçi onun dolaştırıyor ve işkembe kokan kadını gül kokutuyor, nasırlı ellerini pürüzsüzleştiriyor, paspal kıyafetlerini son moda olanlarıyla değiştiriyor ve ışıkları söndürüp filmi çevirmeye başlıyor.
ama, bu "kadın", yani şu türlü yapaylıklarla maymun edilmiş, "bağımsızlık" vaadiyle güzellik uykusuna yatırılıp balkabağı içinde sadece kendi gerçeğinin ötesine değil, bütün bir insanlık gerçeğinin ötesine taşınmış bu kadın, acılarıyla, mutluluklarıyla bir insana değil, rüyasında elektronik koyunlar gören bir robota benziyor. ve ancak hayal ülkelerinde karşılaşılabilecek bu "pixie dream girl", "başarılı erkek"e adanmış ömr-ü hayatını kendine dair yapay ya da hakiki hiçbir kişisel başarıya sahip olamadan tüketiyor. daha da kötüsü şu ki, bu tükenişinin farkına dahi varamıyor çünkü o, bizimle aynı akli frekansta düşünmüyor. hatta o hiç düşünmüyor. çünkü ondan düşünmesi değil, yapması talep ediliyor. çünkü ondan sorgulaması değil, itaat etmesi bekleniyor.
sam peckinpah'ın "
straw dogs"ındaki amy
* gibi bir "manic pixie dream girl" düşünmeye kalktığında ise yalnızca david
* gibi bir "başarılı erkek"in başarısına köstek olduğuyla kalıyor. doğrusu bu kadın, okkalı bir küfrü, sağlam bir silleyi, belki bir yumruğu ya da tekmeyi hak ediyor ama, ay yüzlü, cennet kokulu "pixie" pekala biliyor ki, "başarılı erkek" kendisine hakaret edemez, el kaldıramaz, çünkü o işkembe kokan, dizleri paramparça, elleri nasırlı, saçları karman çorman, giysileri paspal "gerçek" bir "arkaplan kadını" değil; bir "
dream girl" o! her ne kadar biraz "
manic" olsa da, o bir "
pixie"!
işte, sinema sanatı ve "manic pixie dream girl" gibi basmakalıp karakterler, insanların kendilerine ve birbirlerine yaklaşımlarını tam da bu yolla tektipleştiriyorlar. arkasında bir kadın olmayan başarısız erkek, beyaz perdedeki "başarılı erkek"i; önünde başarılı bir erkek olmayan paspal kadın ise beyaz perdedeki "manic pixie dream girl"ü örnek alıyor kendisine ve "
some like it hot"tan fırlamış
marilyn monroe'lar ile, "
breakfast at tiffany's"ten fırlamış
audrey hepburn'ler ile, "
i origins"ten fırlamış
astrid berges-frisbey'ler ile dolan dünyamız, git gide artık içinde gerçek insanların yaşamadığı yekpare bir basmakalıp halini alıyor.