şu ana kadar gezdiğim en pahalı şehir. ancak buna rağmen gezerken aşırı keyif aldığım ve huzur bulduğum şehir. bu yüzden pahalılığıyla aklımda kalsa da güzelliklerinden birazcık bahsedeyim.
christiania: hayatınızda görüp görebileceğiniz en kafası kırık yerlerden. komün hayat nedir diye merak ediyorsanız, ziyaret etmelisiniz. içinde ufak bir gölü olan, yeşil alanı olan, merkezinde barınma ve yeme içme ihtiyaçlarının karşılandığı kent merkezi denilecek bir yer var. nude dolaşanı mı ararsınız, esrar-haşhaş içeni mi, kokain çekeni mi… ne ararsan uçlarda yaşanıyor burada. kimse kimseye karışmıyor, dış işlerinde danimarka'ya bağlı olsa da iç işlerinde özgür bir yer. halkı kendi içinde takas usulü de yaşayabiliyormuş. ama tabii ki turistler için geçerli değil. onların kurallarına uyarak yaşadığınız müddetçe size dokunan yok ama huzuru bozacak bir hale girerseniz sizi tepkilerle dışarı atabilirler. fotoğraf çekme konusunda hassaslar, bu yüzden onların bu kuralına saygı duyarsanız sorun yaşamazsınız. esrar-haşhaş denemek isterseniz de etrafta artık madde suistimalinden dişleri dökülmüş, derisi kemiğine yapışmış christiania sakinleri tezgah açıyor, satıcıdan bilgi alıp deneyebilirsiniz. ben haşhaş denedim, hafif öforiden başka bir etkisini görmedim. zaten ben 2 birayla da bu etkiyi görebiliyorum. çok da bir numarası yok.
tivoli: şirin bir park. ancak avrupa'da çok daha güzelleri olduğu için çok özellikli bir yer değil. şayet bir etkinliğe rastlarsanız sabahtan akşama kadar oturup insanları seyredip burada vakit öldürebilirsiniz. tam bir huzur denizi burası. gerçi o gün bizim tam yanımızda overdose kokain yüzünden nöbet geçiren ve komaya giren gencin kusmukları ve arkadaşlarının taşkınlıkları bizi tedirgin etse de, polis bir süre sonra hemen müdahale ediyor ve huzuru yeniden sağlıyor. ama şunu anladım orada; bir köşede ölsen, kalp krizi geçirsen kimsenin umrunda değilsin. insanlar mal mal bakıyor ve yardımı herkes başkasından bekliyor. bu noktada ben bizim milletin gözünü seveyim, eq'umuz gerçekten çok çok iyi seviyelerde.
papiroen: bir ara kapandı diye duymuştum. umarım açılmıştır. danimarka'nın zengin kesimlerinin tekne bağladığı ama publarında zengin-fakir-ırk-milliyet ayrımı yapmadan herkesin çılgınca eğlendiği, dans ettiği bir alan. hangar gibi alan var, küçük küçük bar alanları var. yiyeceğinizi, içeceğinizi nereden isterseniz o kısımdan alıyorsunuz ve marinadaki banklara ya da beton kısımlara yayılıyorsunuz. bahar-yaz aylarında gittiyseniz çok güzel bir gün batımı oluyor. o kızıllıkta içkilerinizi yudumlamadan dönmeyin.
şöyle tatlış da bir disko topları vardı hangarda.
nyhavn: bölgenin tipi genel olaraj
gdansk ya da
amsterdam gibi denilebilir. yani ortam sizi şekerci dükkanındaymış gibi hissettirir, evler şeker gibi yemelik. bölgede şık cafeler var. daha kalburüstü takılmak isterseniz burada vakit geçirirsiniz. danimarka mutfağı pek mideye hitap etmediği için burada italyan mutfağı yapan yer bulup şarabınızı nehri ve insan kalabalığını izleyerek içebilirsiniz.
bisiklet: hani büyük şehirlerde çok katlı otoparklar vardır ya, ankara-sıhhiye'de var bir tane devasa hatta. hah işte, onlardan bir tanesini ben bu şehirde gördüm ama bisikletler için. o kadar bisiklet deryası bir şehir. hatta insanlar abartıp kilisede düğüne giderken bile abiye saten elbiselerle bisiklete biniyorlar. biz de piremses gibi arabada elbiselerimiz kırışacak diye mızmızlanıyoruz. çok değişik bir dünya bu açıdan.
iri kadınlar: erkek irisi çok gördük de kadının bu kadar iri olduğu yer hiç görmemiştim. bakın uzunluktan bahsetmiyorum, iri. tek bacağı benim iki bacağım kadar, boyu zaten benim iki katım kadar. kendimi devler ülkesinde hissettim. insanlarla iletişim kurarken kafamı geriye atmaktan boynum tutuldu desem abartmış olmam sanırım (abartsam da evliya çelebi sanatı güzeldir). bu kadınlar o kadar iri ki hepsini bizim özel harekatçılarla yağlı güreşe soksan, bizimkileri duman eder, o derece… yağlı bir irilikten bahsetmiyorum bu arada; kaslı irilik kastım. kadınlarda gram selülit ve sarkma yok; taş gibiler. sadece sarışınlığın vermiş olduğu güçsüz, ince telli, kelliğe selam çakan sarı saçlar ve erken yaşta kırışma sinyalleri veren ince bir derileri var, kusurları bunlar.
rosenborg parkı: sefa
pimpi ruhuma çok hitap ettiği için burayı da yazmadan geçemedim. hem tarihi bir kale var (rosenborg kalesi) hem ormanlık bir alan var hem de yemyeşil düz alanlar var. al biranı, kitabını; tak kulaklığını akşama kadar yayıl. öyle huzurlu bir yer.
frederiksberg garden: yine yeşile ve kuş seslerine doyacağınız bir park. diğer parklara kıyasla görece daha sakin, bir tepede yer aldığı için insanlar gitmeye üşeniyor sanırım. ama bu sakinlik orayı daha da cazip kılıyor bence.
yazıdan da anlaşılacağı üzere genelde aklıma yeşil alan geliyor. bir müze sapığı olarak hiç müze gezmeden döndüğüm tek şehir burası. sabahtan akşama kadar parklarda, deniz ve nehir kenarında yayılmalık bir şehir. ben ikliminin soğukluğundan dolayı mayıs ayını seçmiştim gitmek için. gece kalınca bir monta ihtiyaç duysanız da, gündüz ince bir montla gezebilirsiniz.
ayrıca musluk suyu içiliyormuş. sakın benim enayiliğimi yapıp hazır sulara yüzlerce lira ödemeyin.
edit: müze gezmedim demişim, carlsberg tanrısı beni çarpacak. tabii ki carlsberg museum'ı gezdim. ringo ringo şişelerin arasında gezerken
firdevs-i ala burası olsa gerek dedim.