"
ismet özel ve
ben "
onu anlamak üzerine kendi cümlelerimle bir şeyler karalayacağım izninizle...
sanırım
on yaşında idim. " ilçe genelinde bir
şiir yarışması " düzenlenecek dedi
türkçe öğretmenimiz. " birinciye
bilgisayar verilecek... "
önlüğümü bile çıkarmadım eve gelince. bir kağıt bir kalem bir de öğrenmişlikler... tam on kıt'alık bir
bayrak şiiri yazdım. kendimi bildim bileli
türkçüyümdür ben. hem de öyle böyle değil.
ve
ismet özel'in " türklük ve türkçülük " üzerine söylemlerini
saçma bulurum.
" üstâdın ne demek istediğini anlamıyorsunuz " demeyin sakın!
ben defalarca kendisinin tam yanında oturdum konuşmalarında, kitaplarını defalarca okudum, kendisinin yaşayan en büyük şairimiz olduğunu söylemiştim zaten ve en büyük düşünürlerimizdendir. lâkin
türklük meselesinde anlatmaya çalıştığı şey maalesef rezalet.
bayrak şiiri adlı şiirimi mahalleden bir kıza götürdüm ve temize çekmesini istedim. yazım kötüdür; yazgım da öyleymiş o vakitler!
kız, şiirimi güzelce yazdı bir a4 kağıdına. şeffaf dosyaya koydum ve yanıma aldım. oradan, üzerimde önlük, elimde su dolu
el arabasıile pazara gittim su satmaya. pazarda su satarken bir yandan da hâyâl kuruyordum.
mahalledeki ilk
bilgisayar bizim evde olacaktı eğer yarışmayı kazanırsam. arkadaşlar gelecekti yanıma, müzik dinleyip film izleyecektik. okuldaki
bilgisayarlarda
maymunlu matematik oyunu vardı ve o oyunu ben de bilgisayarıma yükleyecektim. o gece bu hayallerle uyudum işte...
ertesi gün hemen şiirimi teslim ettim öğretmenime. şaşırdı hemen nasıl yazdım diye lâkin çok beğendi şiiri.
aradan ne kadar süre geçti hatırlamıyorum.
andımız okunuyordu okulda ve ben geç kalmıştım çoğu zaman olduğu gibi. arkadaşlar vurmaya başladı kapıya, " çabuk koş, öğretmen seni çağırıyor " diye. hemen fırladık okula. baktım ki
andımız bitmiş fakat kimseyi içeri sokmamışlar. öğretmenimiz ve müdür yan yana... yüzlerinde gülümseme... ve mikrofonda okul müdürünün sesi:
" arkadaşınızı alkışlayın bakalım. şiir yarışmasında
birinci oldu... "
hayatımda o denli sevindiğim anlar nadirdir. çılgınlar gibi bağırıyor arkadaşlar, mahalle, okulun bahçesinden yükselen alkış ve ıslık sesleriyle yankılanıyor.
annem, evde hasta yatıyor ve aklıma ilk gelen şey hemen koşup ona haber vermek. bilgisayarı nereye koyacağımızın hesabını yapacağım.
evimiz okula yakın. öğretmen " on dakika içinde geleceksin " der demez koşmaya başlıyorum eve.
hemen annemin yanına sokulup "
anne " diyorum, " kazanmışım... bilgisayarı kazanmışım! "
seviniyor o da. öpüyor beni. tebrik ediyor.
sonra tekrar okula dönüyorum...
iki üç gün sonra
ilçe milli eğitim müdürlüğü'ne gidiyoruz müdür, öğretmenim ve ben.
heyecandan yerimde duramıyorum. önce tebrik ediyorlar beni orada. sonra bir
röportaj yapıyorlar, gazetede mi dergide mi ne yayımlanacakmış. lâkin aklım
bilgisayarda.
bekliyorum...
bekliyorum...
bekliyorum...
ve bir adam geliyor elinde ufak bir paketle. bizim müdüre dönüp, " müdür bey, arkadaşlar bilgisayarı ayarlayamamışlar. biz de bu evladımıza
kitap verelim dedik " diyor.
yüzünde gülümseme var. hiçbir şekilde bir
mahcubiyet hissetmediği o kadar belli ki.
ben ise artık hiçbir şey duymuyorum. kitabı elime tutuşturuyorlar. öğretmenim anlıyor moralimin bozulduğunu, " biz, sizi dışarıda bekliyoruz hocam " diyor müdüre ve arabanın yanına gidiyoruz.
hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. ama ne ağlama! hıçkıra hıçkıra. öğretmenim de dayanamıyor, o da ağlıyor.
eve gidince anneme anlatıyorum, akşam da babama. " üzülme " diyorlar. ne yapsınlar ki başka? bilgisayarı koymak için üzerini boşalttığımız sandığın üzerine tekrar yığıyoruz yatakları.
o gece o kadar çok ağlıyorum ki...
hani, "
surat asmak hakkımız " diyor ya
ismet özel ve ekliyor:
" her şeyin bir fiyatı vardır. size
huzur verdim diyenler bizden ne aldıklarını da söylesinler. "
işte ben de o gece daha iyi anlıyorum ki huzuru ve mutluluğu asla ama asla başkalarının ellerinde aramamalı insan.
kaldı ki zaten öyle biri olmamayı çok erken yaşta öğrenmişim ki ben! kimsenin umrunda mı? asla!
bir gün dersten sonra öğretmenim yanına çağırıyor. öyle etkili bir konuşma yapıyor ki öğretmenim...
"
şiir yazmaktan asla vazgeçmeyeceksin " diyor.
" sen iyi bir
edebiyatçı olacaksın " diyor.
" hayatta bu şekilde kötü süprizler hep olacak " diyor.
sımsıkı sarılıyor bana ve bir kitap hediye ediyor, " bunu " diyor, " ileride daha iyi anlayacaksın! "
kitap,
ismet özel diye bir adamın şiir kitabı:
erbain.
ilk defa duyuyorum bu adamı. biz bir
mehmet akif'i biliyoruz o zamanlar bir de
çoban çeşmesi'ni... faruk nafiz'i bile değil.
eve gidince açıyorum kitabı ama çoğu şeyi anlamıyorum. lâkin şu sözler çarpıyor gözüme;
" adına '
yaşamak ' diyoruz
düşmana inat bir gün fazla yaşamak! "
ve ben,
ismet özel ile tanışıyorum,
" 40 yaşıma kadar hep
intiharı düşündüm ama kırk yaşımdan itibaren insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım " diyen bir mücadele insanı
ismet özel ile.
" evet " diyorum. " bu insanlar mı vazgeçirecekler beni
şiir sevdasından?"
sürekli şiirler, hikâyeler, kompozisyonlar yazıyorum artık. yarışmaları takip ediyoruz öğretmenlerimle.
ve ilk defa
sekizinci sınıfa giderken büyük bir ödüle kavuşuyorum istanbul genelinde düzenlenen bir
şiir yarışması sonucunda: bir
cumhuriyet altını!
pazarda aylarca
su satsam alamam ben onu. bu sefer temkinliyim. ödül elime geçmeden sevinmiyorum. çok şükür bu sefer bir süprizle karşılaşmıyorum.
akşam olunca dikiliyorum annemin karşısına. artık kazık kadar
herif olmuşuz. " sana bir hediyem var anne " diyorum ve el işi kağıdından hediye paketi yaptığım altını uzatıyorum ona. içinde de bir not;
" yargı kesin, acı çekmek ruhun fiyakasıdır. "
*maddî durumumuz biraz daha iyileşmişti zaten bu yıllarda ve belki de hayatımın en güzel yılları diyebileceğim
lise yılları başlıyor.
" ben
edebiyat öğretmeni olacağım " diyorum, başka da bir şey demiyorum.
yazmaya devam... lâkin yazdığımdan daha da çok okuyorum. yarışmalara katılmaya devam ediyorum. artık olağan bir hâle geliyor hayatımda bu.
ismet özel'in söylediklerini biraz daha iyi anlıyorum artık.
" içinde aydınlanan kişi ancak dışına ışık verebilir " diyor ya hani, resmen yolumu aydınlatıyor.
lise yıllarım da bol bol okuyarak geçiyor. bu adamın entelektüel birikimine hayranım sonuçta. " neden ben de her haltı bilmeyeyim ki? " diyerek yunan mitolojisinden islam tarihine, nazım hikmet'ten alber camus'ya dek okuyup duruyorum.
derken
üniversite yılları başlıyor. pek tabii ve çok şükür ki
edebiyat.
artık
ismet özel'i anlamak yetmiyor. şerh etmek gerektiğini de görüyorum. kelime kelime, cümle cümle şerh ediyorum her mısrasını, her sözünü.
üniversite yıllarımda açıkçası tarzımı da onun taklidi gibi tutarak şiirler yazıyorum ve hâyâl bile edemeyeceğim paralar kazanıyorum. sürekli geziyorum artık, onlarca şehir, köy, kasaba.
otobüs yolculuğu sırasında uzaklara dalıyorum. ben de afili sözler ediyorum artık:
"
türkçülük " diyorum, " bu evlerde yetişen çocuklara kalemi sevdirmektir, ötesi değil! "
kulağımda kulaklık, yankılanan
amentü...
ve pazarda su satan çocuğun
ismet özel ile başlayan
edebiyat hikâyesi, yine aynı yere dönüyor. çocuk, tekrar sınıfta lâkin bu sefer
öğretmen masasında.
diyorum ki;
hayatımda var olmuş olan en iyi öğretmenlerden biri de
ismet özel'dir.
kendisine de anlattım bu hikâyeyi zamanında fakat siz de bilin.
zamanında bir çocuğun elinden tuttu ve şimdi yüzlerce çocuğun karşısına onların kurdukları hayaller gerçek olsun diye her şeyi yapabilecek bir
öğretmen olarak yerleştirdi.
tabii ki bunu tek başına yapmadı ve bundan habersizdi.
lâkin artık haberi var.
şurada bahsettiği
çocuk bendim, ev bizimdi ve bahsedilen benim ailemdir:
" evde
soba yanıyor
önce çalılar geçiyor çocukların boğazından
sonra ağaç kökleri yırtıyor damarlarını
bütün ailenin.
dışarıda; soğuk
safirden, bakırdan, cıvadan bir gece uçuyor.