fatih özgüven gibi metin yazma rehberi

Şükela: Nice | Last 24h | Today | All

fatih özgüvenin tarzı bana her zaman biraz chejanın tarzını biraz da kendi* tarzımı anımsattığından, 'benim perspektifimden fatih özgüven tarzı metin yazma rehberi' için adı geçen şahısların entryleri de irdelenebilir pekala.
0 favorites - -
sn. trip beyin izniyle ben de -nacizane- tespit ettigim bir ozelligi aktarmak isterim buraya:

- uc nokta kullanimi: yazida birden fazla gecmesi aslinda pek de sart olmayan ozel isimleri tirnak icinde kullanirken, yalnizca ilk kelimesi kullanilir ve gerisi icin uc nokta konulur. (asagidaki gercek ve fiktif ornekler ilginizi cekebilir)

ornek: (f) kalecinin penalti anindaki endisesi -> "kalecinin..."; (g) kuzu kuzu -> "kuzu..."; (g) kayip ve cilgin -> "kayip...".
0 favorites - -
don't panic! sakın korkmayın. burada yazılanları adım adım takip edip uygularsanız, bir miktar edebi yetenekle birlikte harikalar yaratabilirsiniz. yalnız, elinizin altında fatih özgüven’in yerüstünden notlar’ından bir adet bulundurmanızda fayda var. oradaki yazılardan sıkça yararlanıp, örnekler vereceğiz.

öncelikle yazınıza başlamak için çok basit bir kavramdan yola çıkacaksınız. bu, gündelik dilde binlerce kez duyup geçtiğimiz bir kelime olabilir. bir popüler şahıs olabilir. popüler kültüre dair herhangi bir kavram olabilir. çoğunlukla bir sinema filmi olabilir. bir fotoğraf ya da resim olabilir. mesela “kendine iyi bak” diyenler, yıldo, ‘cool’ kelimesi, orhan boran, ‘arkadaşımın aşkı’ vs.

yazınızı yazarken çok rahat olun, çünkü gündelik dili kullanacaksınız. üslubunuzu böyle kuracaksınız. yani alengirli edebi zorlanmalara hiç gerek yok. ‘sohbet havasında’ derler ya. işte o havayı iyice yedirin yazıya. okuyan, sanki arkadaşınızla ettiğiniz bir muhabbetin kağıda dökülmüş halini okuyormuş gibi hissetmeli. yola çıktığınız basit konudan istediğiniz yere varmak, daldan dala atlamak serbest. öküz altında buzağı aramakta, sığ kavramlara derin anlamlar yüklemekte sınırsız özgürlüğünüz var. yazıda, başladığınız nokta ile bitirdiğiniz nokta arasında büyük farklar olabilir. hatta yazı boyunca fikriniz birkaç kez değişebilir. çekinmeyin.

unutmayın ki absürde ve ‘saçma‘ya sonsuz gönül vermiş birisiniz. tutarsızlığa düşmekten korkmayın. bu, yazıyı sevimli kılacaktır. aklınızdan çıkarmamanız gereken bir başka gerçek, sizin bir entelektüel olduğunuz. dolayısıyla incelmiş zevklere hitap edeceksiniz. televoleci mankenlerden yola çıkıp sevim burak’a varabilmelisiniz. her beş yazınızdan birinin başlığı ‘şu ... meselesi’ olmalı. noktalı yerlere, meseleniz neyse onu koyuyorsunuz. gayet basit.



fatih özgüven gibi metin yazarken, şu dilbilgisi özelliklerini sık sık kullanacaksınız:

1. tek tırnak: bir sözcüğü ya da tamlamayı vurgulamak istediniz mi hemen onu tek tırnak içine alıyorsunuz. çekinmeyin, bir yazıda yüz tane tek tırnak kullanabilirsiniz.
örnek: “...bir yumuşak tuvaletle bir bmw arasında bir ‘şahanelik’ ve ‘lüks’ akrabalığı görüyorum.”

2. soru cümlesi: yazımız sohbet havasında olduğu için soru cümleleri kurmaktan çekinmeyin. hatta baştan sona soru sorarak bile metin oluşturabilirsiniz.

3. parantez içine bir kelime ve soru işaret: metinde bir kelimeyi kullandıktan sonra, o kelimeyle kastetmek istediğiniz bir diğer şeyi vurgulamak için bunu kullanabilirsiniz.
örnek: “bu uğursuz ve pırıltılı ortamda patrick bateman kendi amerikan rüyasını (kabusunu?) yaşamaktadır.”

4. tire: tireyi üç şekilde kullanacağız. üçü de dilimize ingiliz dilinden apartılmış kullanımlardır. ama siz yazınıza bu şekilde renk katmaktan çekinmeyin. ayrıca fatih özgüven’in ingiliz dili ve edebiyatı mezunu olduğunu unutmayın.

a. tireyi virgülmüşçesine kullanmak:
örnek: “...bir yarıyıldan ötekine devrettiğim sınıfımın -yarıyıl boyunca hiç aklımda tutamadığım- kodu.”

b. tireyi parantezmişçesine kullanmak:
örnek: “...harold pinter’in -yandaki fotoğrafta bir tanesi görünen- eziyetçi çiftçileri...”

c. tireyi tamlamalardaki kelimelerin arasında kullanmak (aynen ingilizcedeki gibi):
örnek: “...meselesine de çok inananan küçük-isim-samimiyetçileri demek isterler ki...”

5. sıfatlarla oynamak: anlatıyı sıfatlarla kuvvetlendirmek sonuna kadar serbesttir. sıfat olarak seçeceğiniz kelimelerde de sonsuz özgürlük içindesiniz. istediğiniz tüm kelimeleri eğip bükerek, deforme ederek yeni sıfatlar yaratabilirsiniz. bunun en sık kullanılan yollarından biri istediğiniz sıfatın sonuna msi eki getirmektir.
örnek: “...robocop’umsu bir elemana ihtiyaç duyulması... olduğunu düşündürür.”



fatih özgüven gibi metin yazma kursu'ndan geçen sene birincilikle mezun olmuş bir öğrencimizin bitirme ödevi olarak hazırladığı yazıyı siz arkadaşlara örnek olması açısından buraya ekliyorum:

peçete biriktiren ayşegül

eskiden kızlar kağıt peçete biriktirirlerdi. hâlâ biriktiriyorlar mı acaba? cevabı bilmiyorum. ‘eski’den çok uzaktayız ve şu icq, sms, ‘falan oldum’ çağında peçete koleksiyonerliği pek de o kadar verimli, ya da matah, ya da -evet, peki- ‘in’ bir şey değil. bunun nedeni belki de peçetelerin tektipleşmesidir, olamaz mı?

peçetelerin o altın çağında, hatırlıyorum da, üzerleri işlemeli, desenli ve rengarenk baskılı olanları vardı. daha mı kıymetliydiler ya da anneler kabul günlerini yarıştırırcasına daha şık kılmaya mı uğraşırlardı bilinmez ama bu renkli kağıtların da bir endüstrisi olduğu kesindi. (en azından o zamanlar.) hatta bir firmanın sektördeki rekabeti gayet yüksek seviyelere çıkaran bir işe imza atarak van gogh tablolarını seri halde piyasaya sürdüğünü hatırlıyorum. katlı yerlerinden açtığınızda kötü de olsa bir vincent reprodüksiyonu önünüze seriliyordu. gayet şık bir performans! (o meşhur kulağı bandajlı otoportresinin üzerinde kurabiye yendiğini ve kristal kesme bardaktan çay içildiğini düşünün. bu daha da şık!)

şunu belirtmekte fayda var, peçeteci falan değilim, olmadım da, zaten konumuz peçeteler değil peçete biriktiren kızlar. belli bir ‘marj’ mıdırlar bilmiyorum, ama hadi ‘marj’ olsunlar: ayakkabı kutusunda peçete biriktiren kızlar, tek parça mayo giyen kızlar, ‘abi’ diye konuşan kızlar, dar şortunun paçalarını minik minik kıvıran kızlar, döpiyes giyenler, arabası olmayanla çıkmayanlar ve saire... hepsi (ve daha fazlası) birer ‘marj’dır ve tek tek incelenmeyi hakediyorlar.

matematikteki kümeler gibi bazı ‘marj’ların iç içe geçtiği, kesiştiği durumlar da söz konusu olabilir gerçi. tek istisna hariç: peçete biriktiren kızlar. bunlara aslında ‘ayşegül’ler de demek mümkün. ilkokul çağını sağlıklı bir şekilde geçirmiş herkes için ayşegül tanıdık bir sima. ayşegül, hani orayı burayı gezen, bulunduğu mekanda illaki bir macera yaşayan, çocuklukla ergenlik arasında, uzun saçlı küçük güzel kız! (hatırlamayanlar için eserleri: ayşegül plajda, ayşegül piknikte, ayşegül okulda, ayşegül lunaparkta ve saire.)

bu kızın tüm şirinliği, hanım hanımcıklığı, sevimliliği, akıllı usluluğu, çıtı pıtı konuşkanlığı bir noktadan sonra çekilmez hale geliyordu. (her öyküde bir de oğlan olurdu mutlaka. çoğunlukla ‘öpüşecekler mi acaba?’ diye okurduk, çünkü aralarında bir cinsel gerilim yaşanırdı ve kesinlikle beklediğimiz gerçekleşmezdi!)

ayşegül, tam bir ‘beyaz türk’ ikonasıydı: şehirli, zengin bir ailenin iyi eğitimli, mazbut, iffetli ve hanımefendi kızı. büyük ihtimalle de boş zamanlarında peçete biriktiriyor! yüksek tahsilini londra’da tamamladıktan sonra yurda dönecek, ingilizce öğretmenliği yapacak. mutlu bir izdivaç sonucu genç bir subayla hayatını birleştirecek falan filan...

öküzün altını çok mu kurcaladım bilmiyorum ama bana bu peçete biriktirme bahsi hep ayşegül’ü, o tipik cumhuriyet kızını çağrıştırır.

artık ayşegül’ün savları pek geçerli değil. en son ayşegül okuyan nesil şimdi yirmili yaşlarını sürüyor çünkü. ayşegül’ün modası çoktan geçti. peçete biriktirmenin de öyle. (medyada promosyon deliliğinin yaşandığı 5-6 sene önce, yeni yüzyıl’dı sanırım, bu ayşegül hayaletini hortlatmaya çalışmıştı. ama tutmadı allah’tan!)

şu anda yetişen, yetişmekte olan kızlar artık hiç ayşegül değil. peçete biriktirmek de tarihe karıştı, kesinlikle ‘out’. kimsenin ‘tarz’ı değil. internet var, gençlik var, ortam var, güzellik var! ayşegül’ün muhafazakar savları mikro ölçeklerde, tarihe gömüldü gibi sanki. ‘para huzurdur, ez-geç, her eve internet, herkese cep, hayatta en hakiki mürşit tüketimdir’ çağındayız şimdi. iyi midir, kötü müdür bilmiyorum. göreceli her şey. ama ayşegül’ün, peçete biriktirmenin de kendi içinde hoş, saf, ‘güzel olduğunuz kadar küstahsınız da küçük hanım’ zamanlarını anımsatan, -hadi itiraf edelim- özleten bir samimiyeti olduğu da kesin. her nostalji arayışı bir saçmalayışla sonuçlanırmış. en iyisi şimdilik burada kesmek.



fatih özgüven‘in istanbul bilgi üniversitesi‘nde sinema üzerine ders verdiğini ve sinema yazıları* yazdığını da biliyoruz. burada bir de fatih özgüven tipi sinema yazısı örneği vermek gerekiyor:

küçük besleme david

sanki bir stanley kubrick/steven spielberg ortak projesiymiş gibi tanıtılan “artificial intelligence” filmi rahmetliden sonra şiddetle beklenir olmuştu. biri anlatısında tamamen insani, biri de tamamen gayrıinsani olmayı seçmiş, ama filmlerinin teknik yapılarını kusursuza yakın kuran iki yönetmen: kubrick+spielberg... oldukça heyecan verici bir karışım. (ama ikisinin de mükemmeliyetçiliği ile aramda bir mesafe olduğunu söylemeliyim. ‘hatasız kul olmaz’ gibi; hatasız sanat olur mu?)

bu filmden ve sunduklarından yola çıkarak daha ‘şık’ bir yazı, ne bileyim, mesela “blade runner”la karşılaştırmalı bir inceleme ya da ‘spielberg’in kaçış sinemasına dönüşü’ başlıklı ya da aslında neden kubrick’in bu filmi -bu şekilde- çekmediği üzerine bir şeyler de yazılabilirdi. (hatta 2001’le a.i.’yı kıyaslama, daha iyi bir performans!) aklımdan geçmedi de değil bu olasılıklar. ama bu filmin bizim için ne ifade etmiş olabileceğiyle ilgili bir şeyler yazılmalı... kemalettin tuğcu, sait faik, orhan kemal, belki de aşırı uçta reşat nuri güntekin dünyasından bahsediyorum ya da ömer seyfeddin’in “kaşağı” öyküsünden. türklük, bizi biz yapan şeyler; türk filmleri, bir dönemin yeşilçam’ı, onun bizim için ne anlama geldiği, daima yaralı, küskün kalbimiz...

bu filmi, “bir şeyi insan yapan nedir?” gibi varoluşçu bir eksende okumak mümkünse niye bir ‘küçük besleme dramı’ olarak okumak mümkün olmasın? kemalettin tuğcu, uzunca bir dönem, çocukluk çağımızda bize ‘duygu’yu öğrettiyse niye şimdiki çocuklara da yapay zeka david bunu anlatamasın? artık kemalettin tuğcu okunmuyorsa, bu onun suçu mu?

her şeyden once, bu beklediğimden çok çok karamsar ve yürek burkan filmde 22. yüzyıl dünyasını acıyla yoğrulmuş görmek beni fazla şaşırtmadı. insan acı çeker, bu böyle. ama robotların acı çekmesi, hem de insanlarınkinden daha gerçek acıları çekmeleri, işte o, nasıl derler, tokat gibi geldi.

‘küçük şeylerin küskünlüğü’ -hele ki bir de robotsalar- daha bir yaralayıcı oluyor. annenin, robotu kendine bağlamak için ağır ağır ‘cirrus, socrates, particle...’ diye başlayan yedi kelimeyi saymasındaki isim koyma/vaftiz töreninde gözlerimizin dolması nasıl mümkünse, robot çocuğun iki binyıl boyunca, soğuktan donana dek, bıkmadan “lütfen beni gerçek bir insan yap” diye mavi peri’ye yalvarması da bir o kadar ‘tuğcuvari’. ya da gerçekten içimizin parçalanabileceği an, oyuncak robot ayının, annesinin saçından bir tutamı cebinden çıkarıp david’e verdiği an olamaz mı? öyküsü anlatılan en acıklı karakterlerden biri olan ayı, sadece bir oyuncak, sadece bir ayı olması, ama bilinç sahibi ve sahiplerinden kat kat daha duygulu olmasıyla yeterince acıklı değil mi? ne yani; evin zengin, şımarık kızını mı sevecektik? tabii ki tüm ağır işlere koşturulan ezik ama temiz kalpli, öksüz beslemeyi seveceğiz. annesiyle sadece bir gün geçirebileceğini bilmesine rağmen yine de onu bir kez daha görmeyi isteyen david’in davranışında da, hani “amca, ne olur anneme vurma, vuracaksan bana vur” tarzı bir yalan dünyayı silip atmışlık da yok değil, ki yine tuğcuvari. (yine de oyuncak ayının ‘küskünlüğü’ daha bir acıklı geldi bana, david’den bir gömlek fazla.)

filmi günahıyla sevabıyla bir yana koyalım. senaryoda boşluklar diz boyu, nedensellik diye bir şey yok. bunları geçtim. derdim filmin samimiyetiyle, duygulandırmaya çalışırken gerçekten de ‘hissiyat’ yaratabilen tarafıyla. kendini arayan robot çocuk hikayesi, aslında çıkış noktasındaki gibi (annenin onu ormanda terk etmesi) sevgi arayan insanın hikayesi. david gerçek olmak, etten kemikten olmak istiyor, çünkü annesi onu o zaman gerçekten sevecek. öte yandan david zaten filmin az sayıdaki hakiki/insani karakterinden biri, hatta en insani karakteri. kedimizi insan değil diye sevmezlik etmeyiz, ama robotumuzu organik değil diye, bir kedi kadar bile, sevmeyecek miyiz? hele ki o bizi yoğun bir şekilde sevebiliyorken? hele ki tamamen ‘insan’ görünümündeyken? (bu önerme tutucu ‘orga’lar içindi.) hastalıklı olan, sevgi robotu üretmek değil, buna ihtiyaç duymak, yani kimsenin kimseye karşı duyacak bir şeyinin kalmaması... sait faik’in savsözündeki gibi, bir insanı sevmekle başlamaz mı her şey?

neyse... ne kubrick’in ne de spielberg’in kemalettin tuğcu okuyup okumadıklarını bilmiyorum. (spielberg belki okumuştur.) filmi izlerken hissettiğim duyguları anlayabileceklerini de sanmıyorum ama hissedebilenler için çok şey ifade eden bu samimi, küçük, duygu başyapıtını gönülden selamlarım. pinokyo’yla “küçük besleme”, “blade runner”la “sezercik yavrum benim” ancak bu kadar güzel karıştırılabilirdi. stanley’in toprağı bol olsun, steven’e de allah uzun ömürler versin.

---

sonuç yerine:

2002'de, bundan tam 10 sene önce yazılmış ve ben ekşi sözlük'ten kovulduğumda silinmiş bir eserdi bu. tozlu arşivlerden kurtarıp burada ölümsüzleştirmek boynumun borcuydu. 2002 yazındaki aylak ve toy ben, bu entry'i girdikten sonra, fatih özgüven radikal'deki köşesinde aşağıdaki yazıyı kaleme aldı.
http://www.radikal.com.tr/…alyazar&articleid=642922

üç ay aradan sonra ikinci ve son kez bu metne değindi. *
http://www.radikal.com.tr/…alyazar&articleid=656301

sonra seneler çoğaldı ve her şey unutuldu.
5 favorites - -