hayatımın aşkıyla tanıştığım ilk güne götürürdüm. lann derdim bak her şeye değecek. büyüyünce bu muhteşem güzellikteki kızla sevişeceğiz. az daha sabret. yıllarca seni herkesden daha çok sevecek.
bak görüyorsun derdim sen dünyada böyle güzel, özgün bir renk gördün mü?
çünkü ben onu ilk gördüğümde renklerle tariflemek istemiştim. yapamamıştım. zira herkes gibi o kadar harika renkleri ben de ilk defa görüyordum. bu kız seni yıllarca yanında uyuyacak kadar çok sevecek. seni kimsenin anlayamacağı renklerde ve tonlarda anlayacak.
sonra ne olduğunu gizlerdim. ben bu yaşımda zor katlanıyorum o kadar acıya. dünyada hiç bir çocuğun gezegende bu denli çok acı olduğunu bilmesini istemezdim.
çocukluğum bir dönemi, şehir stadına yakın bir mahallede geçti.
mahalle arasında sabah akşam, gece gündüz farketmezin naylon top peşinde çok ayakkabı eskittim. apartmanların olduğu mahallede, müstakil evlerde çoktu. o müstakil evlerin bahçelerinde envai çeşit meyve ağaçları vardı. hatta mahhallenin ortasında bildiğin bağ bile vardı. üzüm asmaları, kirazlar, elmalar, ayvalar, cevizler dolu idi o bağda...
bağın sınırlarını, biriketten duvarlar belirliyordu. adam öle bir yüksek yapmış ki duvarları yüksekliği 2.5 . 3 metre kadar olması lazım. birde üşenmemiş, o duvarların üstüne cam kırıkları koyarak , dizerek , istenilmiyen misafirlerin gelmesini engelleme çalışmıştı.
dediğim gibi, mahalledeki müstakil evlerin bahçelerinde de zamanı gelince tüm meyveler olurdu. çocukluk, izinli izinsiz herkesin bahçesinden yerdik.
bu bağda da olurdu, zamanı gelince herşey .ama yiyemezdik. kirazların güzelliğini görüp, yiyemek içimizde kalan bir ukte idi...
şimdi bunu bi aklımızda tutalım. devam edelim....
gel zaman git zaman, biz ( arkadaşlar ) stad a gitmeyi keşfettik . oraya da gittiğimiz zaman, yine bizi ,daha yüksek stad duvarları, hatta duvarlarında üzerinde dikenli teller karşılardı.
futbol maçında gol olduğu zaman tüm stadtan gol sesi çıkardı. ama müthiş bir ses. o ses etkilerdi beni. kim bilir ne kadar zevkli idi futbol maçını seyretmek, ve golllll diye bağırmak.
ne yazık ki burasıda yüksek duvarlarla, dikenli tellerle çevrili idi. en güzel meyvelerin olduğu yer de cam kırıklarıyla,..
maç başlamadan önce maça giren adamların, bizim gibi kenarda melun melun bakan çocuklara acıdıkların mı nedir ? elinden tutarak kendi çocuğu, yeğeni gibi gösterip stad içine sokmalarını keşfettik.
o zaman ki aklımla bile bu işin yanlış olduğunu düşünüyordum. hiç öle maça girmedim ben. hem de hiç. tabi ki bu maç seyretme özlemine, babama beni maça götürmesini dayanamayıp birgün istedim...
çok müthişti o stada, babamın elinde girmek. mükemmel bir duygu idi. kocaman bir alan, bir sürü insan.. bir bayram havası vardı sanki ortalıkta. simit satanların " simitçiiiii " diye bağırmaları, çekirdek satanların " çekirdekkk ", ilginç gelebilir ama ayva satanın " ayva sulu ayva " diye bağırması çok hoşuma gitmişti...
eskiden ? köfte ekmek, tost, cips yoktu herhalde. simitler de çok az susamlı olurdu. o simidi pekmezle yaptıklarından sert ve kıyır kıyır olurdu.
simit satan simitçi tiribünlerin en aşağısında dolaşır simit isteyenlere, yüksekte olsa bile o simiti atartı. bildiğim havaya atar. simit isteyenin eline kondururdu. babamla gittiğim tüm o maçlarda o simitten yedim. simidi çok severdim.
biraz uzun ve dolambaçlı anlattım ama, çocucukluğumla buluşşa idim, kendimi o dikenli tellerle çevrilmiş, stada götürürdüm.
ve çok bilmiş bir eda ile....
bu gördüğün, dikenleri teller hayatın boyunca hiç eksik olmayacak, hayatın senin gibi insanların zevk aldığı bir yer asla değil, çok sıkıntı çekeceksin, çoğu şeyleri aklın bile almayacak, düzene, intizama, kanunlara, yaşamaya hiç bir zaman tamamen özgür olmayacaksın , o bağdaki cam kırıkları bile ,ellerini sen bilsende, bilmesen devamlı kesecek canın acıyacak....
korkma...beni gördüğünden,....ve elimi tutmaktan çekinme, ben yabancı değilim, tut elimi.....ben senim....
diyerek kendi elimi tutar, stadyum turnikelerinden, sıkışmadan beraber geçer, en üst oturulacak yere çıkar, stadın atmosferini solur, en aşağıdaki simitçiden , " 2 simit " işareti yaparak 2 simit isterdim...
simitçinin aşağıdan fırlattığı iki simidi yakalar, birini şu andaki bana, (o simit tadını çok özledim gerçekten) ötekinide çocuk kendime verirdim. ( sen hiç o tadı özlemedin ki, hep bildin ) tabiki kolumu, küçük benim sağ omuzuna atar, gözgöze gelmeyi başarır, güler, belki ağlar, mutlu olurdum...
küçük kendimle beraber sahaya dönerdi gözlerimiz....
ulan hadi be....
bir gol olsun...
golllll diyerek avazımız çıktığı kadar bizde bağıralım şimdi....
şimdi...
şimdi..
nereye götürcem aluminyum! eve götürüp eşşek sudan gelinceye kadar döverdim.
sktiğimin embesili!
hep rüyalarımda gördüğüm o sahile götürürdüm. rengarenk taşların üzerinde oynardık birlikte, turkuaz mavisi sularda üzerinde turuncu mayosu ile gülüşünü izlerdim, oğullarımda gördüğüm parıltının gerçeğine hayranlıkla bakar onu kucaklar severdim. patates kızartması ve köfte yemek için çıkardık sudan. yüzüne bulaşan ketçap bile içimi ısıtırdı. şapkasının düşen kirazlı tokasını tamir ederdim. evine uğurlarken annene çok güzel sarıl ve onu hiç üzme derdim.
bir pazar sabahı, ankara'da kış… dışarısı bembeyaz, sessiz. kimse uyanmamış, salona taşımışım yorganımı.. televizyonda cartoon izlerken uyuyakalmışım. patates kızartmasının kokusu bütün evi sarmış, uyanıyorum… ve o an, bir zamanlar basit bir mutluluk sandığım şeyin ne kadar değerli olduğunu bugün anlıyorum. zaman akıp gitse de, o anın sıcaklığı hep içimde