charles bukowski ve tom waits ile eve çıkmak

Şükela: Nice | Last 24h | Today | All

rüya gibi bir tecrübedir.

kıçım açıkta mı kaldı nedir, az önce garip bir rüya gördüm.

neresi olduğunu kestiremediğim bir sokakta, tenha bir kaldırımda nereye gittiğimi bilmeden boş boş yürüyorum... doğduğum yerden epeyce uzakta olmalıyım, fakat doyduğum yerde olduğum da söylenemez. vakit, günümüzden ücra bir devirde salınıyor sanki; zira civardaki hiçbir dükkan, hiçbir figür bana aşina gelmiyor.

yürümeye devam edip geniş bir caddeye çıkıyorum. tek tük geçen mat renkli büyük araçlar ve resmi giyinimli birkaç insan dışında burada da her şey oldukça sakin. aklımda geceyi nerede geçireceğim hakkında bir emare olmadığı gibi, bu konuda içimde herhangi bir tereddüt falan da yok. esasında büyük bir belirsizlik söz konusu, lakin ne yaptığımı bilmesem de ortada can sıkan bir detay bulunmuyor. amaçsız, anlamsız, ağır ama kesin adımlarla öylece ilerliyorum... sokaktaki diğer insanlar gibiyim; yalnız ve önemsiz. işin güzel yanı, kimsenin dikkatini çekmiyorum ve dolayısıyla hiç kimse benim yabancı olduğumu fark etmiyor. bu da beni ehemmiyetsiz ve rahat kılıyor. biraz daha böyle başıboş yürüdükten sonra gözüme bir ağaç ilanı ilişiyor;

“siktiriboktan bir eve, şiiri ve şarkıyı seven siktiriboktan bir 3. şahıs aranıyor. chinaski.”

içimden “işte bu ben! evet, bu ben olmalıyım!” diyorum. sonra, ilanda yazılı olan adresi buluyor ve kapıyı çalıyorum...

kalın çivilerle perçinlenip duvara mıhlanmış tozlu kapı sanki yüzyıllardır kapalıymış gibi ağır bir gıcırtı ve sövgüyle açılıyor. eşiğin ardında, beni, önce yoğun bir tütün dumanı, ardından koca kafalı bir ihtiyar karşılıyor; umursamaz bir bakış ile bana “paran var mı?” diye soruyor. ben de kafamı “var” manasında salladıktan sonra içeri buyur ediliyorum.

burası evden ziyade, bir ine benziyor; karartılmış ve sükuti. içeri girer girmez, ayaklarıma dibi parlayan içki şişeleri, yüzüme ise soluk bir ışık çarpıyor. savaş filmlerindeki hendekleri birbirine bağlayan yampiri sığınak yollarına benzeyen dar ve uzun bir antreden geçip küçük bir odaya giren ihtiyarı takip ediyorum. “burası sonraki günlerimi geçireceğim yer olmalı...”

pencerenin altında, yayları yere değen göçmüş bir divan; üzerinde yamalı bir battaniye ve rengarenk çul çaputlar yatıyor. duvarın tam ortasına rutubetten yeşillenmiş iki parçalı bir perde asılmış; sanki odayı güneşten değil de güneşi odadan koruyor. telleri eksik küflü bir çalgı, sağa sola fırlatılmış kitaplar, daktilodan çıkmış yarım yamalak notlar, bir zamanlar çiçek olan otlar, hiçlik içinde kaybolan işe yaramaz nesneler... temizlenmek için yalvaran eşya dolu bir hane, her şeyin olup hiçbir şeyin olmadığı suskun ve meskun bir mahal.

kendimi katranı erimiş asfaltta yolsuz kalmış bir çöl çekirgesi gibi hissediyorum; bir gün daha fazla yaşamaktan başka amacım yok, fakat nedense bu ihtiyar ortalığa garip bir huzur yayıyor. derken, içerideki odaların birinden -bu kez daha kısa boylu- başka bir ihtiyar çıkageliyor. kireçli bir çaydanlıktan çıkar gibi fokurdayan sesiyle bana “hoş geldin ahbap, sigaran var mı?” diyor...
0 favorites - -