irfan, irfandro, muhteşem adam.
öyle üzgünüm ki...
gidişi beni öyle derinden etkiledi ki, bu yazıyı yazabilecek gücü bulabilmek için bile ayların, uzun sessizliklerin, yalnızlıkların geçmesi gerekti.
bir tren yolculuğunda öğrendim gidişini, o günden sonra en sevdiğim tren yolculukları bile bana ayrı bir yük oldu.
onu uzaktan tanımış olmak, sadece çok sevdiğim müzik grubunun solisti olarak bilmek o kadar kolay olurdu ki. yokluğunun ne kadar büyük bir boşluk olduğunu bilmek büyük bir acı.
canlarım özgür, serdar, barış, ertan ve özellikle "renacım"ın neler yaşadığını, hissettiğini düşünmeye çalışmak bile çok zor.
kendisi hiç bilmedi ama en zor zamanlarımda beni yaşama o bağladı, düştükçe kalkmayı, inat etmeyi, yalnız da kalsam bildiğimden şaşmamayı yeniden hatırlattı.
insanlara yeniden güvenebilmeyi, hayal ettiklerinin ne kadar zor görünse de adım adım gerçeğe dönüştürmenin mümkün olduğunu, devrimin kendisi olabilmenin öyle saf ve yalın bir şekilde tutkularının peşinden giderek de olabileceğini öğretti. hayatım boyunca kimseye hayran olmadım ben, irfan tek istisna oldu zamanla.
evet, çok özel bir müzisyendi, muhteşem şarkılar yazdı, nadir bir sesi vardı, muhteşem ıslık çalardı, onunla ilgili onlarca şey yazılabilir ama öyle kocaman bir kalbi vardı ve o kadar çok insanı o kalbi ile sarıp sarmaladı ki.. bu cümleyi abartısız yazıyorum, tanıdığım "en büyük" sanatçıydı.
içime öküz gibi oturan o kadar fazla yarım kalmışlık hissi var ki.
mesela sağlığım kötüleşmeseydi ve hayal ettiği bazı şeyleri gerçekleştirebilseydik keşke, "hamiyet"i telefonda heyecanla anlatırken başka bir şehirde olmasaydım, her adımında destek olabilseydim keşke, şarkı atölyesinde yazdığım şarkının bitmiş halini ona çalabilseydim keşke, 25. yıl plağını imzalatabilseydim mesela veya hamiyet plağında imzan eksik olmasaydı, mesela en basitinden bir tanecik fotoğrafım olsaydı keşke seninle, o konser çıkışında çekilelim dediğinde, etrafın kalabalık ve yorgunsun diye hatırlatmamazlık etmeseydim keşke, "hareminde han"ı ben çok seviyorum be abi, hep söylemeye devam et diyebilseydim veya "karnım aç"ı hiç canlı dinleyemedim ben, keşke en azından 15-20 kişinin olduğu o konserde isteseydim senden. eve makarna yemeye davet ettiğinde, "işi-gücü" yok sayıp atlayıp gitseydim yanına. olta dayanışmaya, isimsiz orkestra'ya hak ettikleri destekleri verebilseydim. koşullar elverseydi de renacım'ın, peyk'imizin ve çevrenizde topladığınız o güzel insanlar toplululuğunun daha fazla yanında olabilseydim.
zaman varsaydığımız kadar uzun değilmiş. ama iyi ki tanıdım seni güzel adam.
benim gibi sıradan bir dinleyicine bile yüzlerce güzel anı bıraktın, yaşamına dokundun o kısacık anlarda.
her zaman aklımızda olacaksın, düşlerin bizi bir arada tutacak, "bir yerlere varan" yollara çıkaracak.
ama bilmelisin, sensiz "hep"imiz biraz "eksik" kaldık.
netflixe yeni eklenen "hayao miyazaki and the heron" belgeselini izlediğinizde, belki de gerçekten "son" filmini ve arada kalan tüm boşluklarını anlıyorsunuz.
filmin ilk gösterimini izlediğimde onu gerçekten anladığımı yalın bir şekilde hissetmiştim. sonrasında insanların yazdıklarını, yorumlarını okudukça o hissettiğim duyguları hafife alıp insanların saçmasapan tortularını ve fikirlerini de giyinmişim en saçma haliyle.
o hissettiğiniz olamamışlık, hiç bitmemiş gibi asılı kalan hali, canınızı itinayla paramparça eden sahneler, her sahnede, her karakterde, her detayda aklınızda beliren imgeler, yaşadıkları, yaşayamadıkları, korkuları, pişmanlıkları dahil hepsi ona ait.
belgeseli izledikten sonra, filmi ilk izlediğimdeki hislere geri dönebilmiş olmak, içindeki tüm kötülükleri yeni çıkarmış, sular altında kalan raylarda yürüyen bir kaonashi gibi hissettirdi.
bazen burada şaka ile karışık öz dedem esprileri yapıyoruz ama izlerken şunu fark ettim. ben ne 2 dedemi, ne anneannemi ne de babaanemi tanıyabildim. bana masallar anlatan, büyüten, hayranlıkla izlediğim, kaybetmekten korktuğum gerçek dedem kendisi oldu zamanla.
son masalın için teşekkür ederim, dede...
umarım biraz daha zamanımız vardır.
tren zor da olsa, arada raydan çıksa da, sürekli dursa da ilerliyor bir şekilde,
raylar sular altında, vagon bile yok...
çok geç kalınacak yine bir şeylere, bu belli
ama gidilir yine de yollar, varılır elbet bir yerlere..
evet sevgili peyk severler.
canımız peyk, yarın akşam 21:30 da kadıköy dorock xl'de.
biletler tüm bilet sitelerinden erişilebilir.
gidin bayramlaşın, irfanın elini öpün, belki harçlık bile verir.
bonus olarak aslı inandık ve peyda yurtsever de varmış. bu da demek oluyor ki "bu ne bela" kesin çalınır :)
bence gidin, hatta kapıyı çekin
gidin.
yani ben istanbul'da olsam kesin giderdim.
imza: pyvyd
*, ankara şubesi
bir müzikal değil ama müzikli bir tiyatro.
bir
peyk ve
irfan alış projesi.
tiyatro festivalindeki oyunlara yetişememiştim. dasdas'taki ilk resmi oyunu izleme şansım oldu. çok farklı bir oyundu.
peyk, hamiyet'i bir şarkıyla anlatamayacağını görüp tiyatrosunu yazmış gibiydi.
henüz çok ham olmasına rağmen oyunda çok derin, muhteşem sahneler vardı. oyuncuların iyice pişirdiği bölümlere baktığımda olgunlaştıkça çok güzel ve etkili bir eser haline geleceğini görebiliyorum. ağlayacağımı hiç tahmin etmemiştim. etrafımdaki izleyicilerin hepsinin oyun sonrası gözleri kızarmıştı.
kendimce geliştirilebileceğini hissettiğim şeyler şöyle.
giriş kısmı, "yürüyor sokak" ve "sobe" bölümü küçük dokunuşlar istiyor sanki. peyk'in diğer oyuncularla bir kontrast oluşturması, grubun dahil olduğu bölümlerdeki ayrımı daha kolay hissettirebilir belki
anne ve kızların bölümü ve sahne geçişleri ile şarkıların uyumu üzerine de geliştirmeler olabilir, belki bazı sahnelere özel yazılabilecek şarkılarla, daha derin ve akıcı bir hale gelebilir.
oyun sırasında 2 yerde, belki de peyk şarkılarını biliyor olmamın etkisi ile oyun şarkıların gölgesinde kalmış hissi oluştu. oyunu tamamlayan şarkılar şeklinde bütünleşirse çok daha güzel bir hale evrilebilir.
aslı inandık ise beklemediğim kadar güzel bir oyun ve karakter ortaya çıkarmış. kariyeri uzun ve bol karakterli olsun.
umarım oyun bol bol sahnelenme fırsatı bulur ve uzun ömürlü bir eser haline gelir.
8 mayıs 2024 ankara oyunu sonrası edit:
oyunda yukarıda yazdığım şeyler dahil herşey o kadar güzel olgunlaşmış güzelleşmiş ki... muhteşem şarkılar yazılmış, derinleşmiş, oyunculuklar devleşmiş, muhteşem bir oyun haline gelmiş. gidin.
önce yolum düştü bir kaç kez. çocukluğumdan isli, gri bir kent olarak kalmıştı aklımda. bir şey bizim kentimizde çözülemiyorsa, oraya gidilirdi. çaresiz hastalıklar için çare aranan yine de bulunamayan bir yerdi, benim için.
sonrasında siyasetin kiri, pası anlamına geldi bir süre, utanmadan yalan söyleyebilen insanların toplandığı bir yer oldu aklımda.
sonra bi şey oldu, gelip gittikçe ankara ile tanıştım. uzun yürüyüşler yaparken buldum sokaklarında. apartmanlarına, yapılarına, sokaklarına, insanlarına bakarken buldum kendimi. anlamaya, alışmaya, bir süre sonra yürüyen merdivenin solundan yürümemeye, acele etmemeye başladım.
icad edilmiş bu kenti sevmeye başladığımı fark ettim.
türk tarih kurumu binasının içine süzülen ışık gibi ankara. o kalın duvarları aşabildiğinde fark ediyorsun kentin ruhunu.
benim için bir çaresizlik kentinden, kendi ruhumu bulduğum, ruhu ile tanıştığım bir kente dönüştü zamanla.
ve haftaya bu kente yerleşiyorum. bana nasıl davranacağını, yolun beni nereye götüreceğini bilmiyorum ama 3 yaprak gömüp toprağa, yola çıkıyorum.
dedemizin son filmi.
karmaşık duygular içinde bıraktı. neredeyse bütün filmlerine atıf sahneler, semboller vardı.
spoiler vermeden söylemek gerekirse, bizim için yatağımızın başına bir "kitap" bırakmış usta.
en çok akılda kalan bölümlerinden biri şöyledir.
[kısmen spoiler]
“ı am here because you see in me the promise, the promise that we made two hundred years ago in this city—the promise kept. we have kept it, on anarres. we have nothing but our freedom. we have nothing to give you but your own freedom. we have no law but the single principle of mutual aid between individuals. we have no government but the single principle of free association. we have no states, no nations, no presidents, no premiers, no chiefs, no generals, no bosses, no bankers, no landlords, no wages, no charity, no police, no soldiers, no wars. nor do we have much else. we are sharers, not owners. we are not prosperous. none of us is rich. none of us is powerful. ıf it is anarres you want, if it is the future you seek, then ı tell you that you must come to it with empty hands. you must come to it alone, and naked, as the child comes into the world, into his future, without any past, without any property, wholly dependent on other people for his life. you cannot take what you have not given, and you must give yourself. you cannot buy the revolution. you cannot make the revolution. you can only be the revolution. ıt is in your spirit, or it is nowhere.”
[/kısmen spoiler]
baslarını yidiğimiz, tatlı şarkı.
artık bir klibi de var.
https://www.youtube.com/watch?v=jtihcd57nkybütün gün aklımda
dandararandandaradandararandandandararandandan diye gezdim sayesinde.