kupa yolundaki hikaye serimiz kaldığı yerden devam ediyor.
baskonia 1. maçı öncesi: (bkz:
#76124432)
baskonia 2. maçı öncesi: (bkz:
#76191978)
baskonia üçüncü maçı öncesi
baskonia takımının maçlarını oynadığı pabellón fernando buesa arena, ispanya’nın kuzeyinde yer alan bask özerk bölgesi’nin yeşillikler içerisindeki başkenti vitoria-gasteiz’in işlek caddelerinden biri olan portal de zurbano üzerinde yer almaktaydı. fenerbahçe erkek basketbol takımı istanbul’da iki karşılaşmadan eli boş gönderdiği baskonia’yı pabellón fernando buesa arena’daki ilk maçın sonunda 3-0’la süpürmek ve kupadan elemek hedefiyle ispanya’ya gelmişti. tüm arzu vitoria-gasteiz’deki ilk maçta final four biletini cebe koymak ve ispanya seyahatini kısa kesmekti. hatta ekipte öyle bir özgüven vardı ki, otel rezervasyonu bile turun ispanya’daki ikinci maça kalmayacağı düşünülerek ilk maçın sonuna kadar yapılmıştı. koç obradoviç’in kazanma hırsının ve oyuncuları motive etme yöntemlerinin küçük bir öngösterimiydi bu durum.
fenerbahçe kafilesinin kamp yaptığı tesis ile pabellón fernando buesa arena arasındaki mesafe on beş dakikalık keyifli bir şehir turu kadardı. 250,000 nüfuslü şirin başkentin kuş cıvıltı atmosferine ters, baskonia’nın maçlarında ateşli bir taraftar grubu takımlarına destek olmak için tribünleri dolduruyordu. biz de fenerbahçemizi bu zorlu deplasman maçında yalnız bırakmamak için ispanya’ya uçmuş ve takımın kaldığı otelin yakınındaki minik bir oteli mesken tutmuştuk.
otelin sekiz küçük masadan oluşan yemek salonu son derece minimalist tasarlanmış bir yerdi. yavru ağzına boyanmış duvarlar, alüminyum çıtalı alçıpan tavan ile birleşip modernliğin sadelikle klasik bir uyumunu ortaya çıkartıyordu. önceki gece akdeniz eğlencesini biraz fazla kaçırdığımız için hepimiz yorgunduk. kahvaltıya indiğimizde karşımızdaki manzarayı idrak etmemiz o yüzden biraz zaman almıştı.
kahvaltı salonuna yaklaştığımızda içeride alışılmadık bir kalabalık olduğunu dışarıya taşan seslerden anlamıştık. fakat içeri girdiğimizde gördüğümüz manzarayı ifade etmeye kelimeler yetersiz kalıyordu. uzun boylu ve cüsseli bir grup insan küçücük açık büfe standının önünde sıraya girmiş, peynir, domates ve salatalık dolduruyorlardı tabaklarına. üzerlerindeki sarı lacivert eşofman takımlarının sırt bölgesinde fenerbahçe yazısı yer alıyordu. şaşkınlık içerisinde arkadaşlarla birbirimize baktık. koca fenerbahçe takımı kahvaltı etmeye bizim otele mi gelmişti? olayla ilgili aramızdaki en ironik tespiti en dinç olduğunu sandığımız arkadaşımız yapmıştı:
“oturacak yer yok gibi görünüyor. dışarı mı çıksak?”
elbette ona uyup böyle bir ahmaklık yapmadık. onun yerine kahvaltıyı boşverip tüm oyuncularla ve teknik ekiple fotoğraf çektirdik, ince belli bardaklarla muhabbetin (burasını tam net hatırlamıyorum, bardaklar ince belli olmayabilir) belini kırdık. vakit o kadar keyifli geçiyordu ki, oyuncuların neden bizim otele kahvaltıya geldiklerini sormayı dahi akıl edememiştik. uygun bir aralığı kollayıp, ilk boşlukta obradoviç’e burada olma sebeplerini sordum. “sizin otelin kahvaltısında iş yok muydu?” diye de takıldım nereden geldiğini bilmediğim bir özgüvenle.
bir an duruldu obradoviç. sözlerimi anlamamış gibi bir ifade yayıldı yüzüne.
“burası zaten bizim otelimiz. siz sonradan geldiniz,” dedi. koç beni beynimden vurmuştu. ne demekti bu? e hani biz yandaki oteldeydik, basketbolcular bizim yemek salonunda belirivermişti… neler oluyordu? uzay-zamanda bir kırılma mı olmuştu biz farkında olmadan?
beni kendime getiren ve gerçekle yüzleştiren dinç arkadaşın söyledikleriydi. “oğlum kalksana, geç kalacağız maça.”
sırtıma keskin bir ağrının girdiğini hissettim. gözlerimi açtım. arkadaşlarım başıma üşüşmüşlerdi. bizim şirin otelin lobisindeki kanepede iki büklüm, üzerimdeki fenerbahçe forması ile uzanmaktaydım.
arkadaşlarım, “lan adamın sızıp kalacağı tuttu tam da maç günü,” diye çıkışıyorlardı bana. kısa süre sonra tüm yaşadığımı sandığım şeylerin bir rüyadan ibaret olduğunu fark etmiştim. oyuncular ile kahvaltı etmemiş, ince belli bardaklarla çay içmemiştik. açık büfenin önünde vesely ve sloukas üçgen kesilmiş jambonları usulca tabaklarına koymuyorlardı. kanepede uyuyakalmış ve düş görmüştüm. ayrıca maçın başlamasına da çok kısa bir süre kalmıştı.
arka arkaya içtiğim kahveler beni kendime getirmişti. apar topar bir vasıta bulup salona gittik. biz vardığımızda maç çoktan başlamıştı ve fenerbahçe fırtına gibi esmekteydi. “iyi ki belgrad biletimi almışım önceden,” diye geçirdim içimden. dünyanın en güzel takımı bir kez daha final four’a kalmaya ant içmiş, yarınlar yokmuş gibi saldırıyordu. gözlerim gururla parlıyordu…
***
galibiyet gelsin, bu destan devam etsin!
***
benzer hikayeler için: (bkz:
gurlino'nun kısa hikayeleri)
***
edit: maçı kaybettiğimizi göre demek ki keramet benim hikayelerde değilmiş. zaten ilgi de çok düşük bu sene. aksi bir durum oluşmadıkça devam ettirmeyeceğim seriyi.