18 mart 2006 david gilmour frankfurt konseri

Şükela: Nice | Last 24h | Today | All

almanyada yaşayan insanların kendini çok şanslı hissetmesi gereken efsane'nin avrupa turnesinin frankfurt konseridir. alte oper isimli mekanda gerçekleşecektir. http://www.alteoper.de/
0 favorites - -
stuttgart'tan frankfurt'a uzanan a5 otoyolunda ilerliyorum. 198 km. yolu gitmeme sebep olan olay david gilmour'un
vereceği konser. biletleri 20 dakikada tükenen dünya turnesinin bir ayağı da frankfurt düzenleniyor. şanslıyım ki
biletim var. ebay'de ederinin çok üzerinde bir meblağ ödemiş olsam da bunu düşünecek durumda değilim. “bravo
david, bravo adı ahmet olmayan organizatör” nidalarıyla varıyorum frankfurt'a.

şak diye buluveriyorum konser mekanını, şuk diye park ediyorum altına arabayı. bravo bana. hemen çıkıyorum
gün ışığına. önündeyim şehrin kalbine 1880'de dikilmiş enfes “alte oper”in. afiş filan yok sağda solda. gelecek
programlar var, jerry lee lewis geliyormuş efendime söyleyeyim, abdullah ibrahim çalacakmış vs. vs. ama
david’in posteri değil vesikalığı bile yok etrafta. david reklamdan hazzetmiyor mu ? etrafta kimseler de yok
konser tipli. “kaç tane var bu 'alte oper’den " sorusu beliriyor bir an ama bakıyorum kapıdan içeri, bir yazı
görüyorum. “david gilmour ve menajeri bugünkü konserin kaçak kaydedilip sonra internette ona buna dağıtılmasına
çok fena bozuluyor, yapmayın böyle işler,” anlamına gelen bir yazı. telaşa mahal yok, doğru yerdeyim.

şöyle bir dönüyorum bilet satan var mı acaba karaborsa diye. kimseler görünmüyor önce. ama sonra bakışlarımdan
ne aradığımı anlama doğal yeteneğine sahip esmer bir genç yaklaşıyor yanıma. tereddütsüzce türkçe giriyor lafa :

“- konsere mi baktın abi ?”.
“- hıı, kaça ?”
“- 500 abi, 500, 500”.

500'ü ısrarla bastırıyor hızlı hızlı iki kere. uzaklaşıyorum yanından. o sırada bilmiyorum kapıda iki bilete 1500 euro
teklif edebilecek birilerinin olduğunu.

yarım saat içinde toplanmaya başlıyor insanlar. az önce bana teklif ettiği biletleri sanırım elden çıkarmış kişi ve
cep telefonuyla “ha canım…yok yok, orda değil, sen bi gelsene buraya” diye kim bilir kime laf anlatmaya çalışan
ortağı bu kez kocaman el arabalarıyla akşam simidi satıyorlar. tabii simidin almanya'daki karşılığı olan “brezel” var
arabalarda. garip bir duygu hissediyorum ama tarif edemiyorum ne olduğunu.

t-shirt, poster, konser kitapçığı gibi ürünlerin satıldığı standa hücum edip 2 t-shirt kapıyorum hemen. ve bu sırada
kulağıma ingiliz aksanıyla sohbet eden iki kişinin “nick mason da içeride” sohbetleri çalınıyor. richard wright ve
phil manzenera orda, biliyoruz. hatta 3 gün önceki paris konserine sürpriz olarak joolz holland ile turlayan sam
brown da konuk olup “great gig in the sky” icra etmiş fakat nick mason ? bekleyip göreceğiz.

içerisi hareketli. biralar içiliyor. 15 dakika kala salona giriyoruz. yanımdaki koltukta feriburg'dan gelmiş bir “amca”.
95'teki pulse turnesinin strazburg konserini anlatıyor. amcanın fil hafızasına şaşıyorum anlattığı ayrıntıları
duyunca. bravo amca. ben de ona 3 sene önceki roger waters konserini anlatıyorum ama detay konusunda amcayla
yarışamıyorum.

dönüp salona bakıyorum. 2000 kişilik mükemmel akustiğe sahip bir opera salonu. sahne pek büyük sayılmaz ama
küçük de değil. salonun ortasında sıra dışı boyutta bir kontrol masası ve tavandan sarkan devasa ve sayısız spot.
sahnedeki yoğun spotlara da bakılırsa alışıldık pink floyd ışık oyunlarını göreceğiz. sağa sola koşturan teknisyen
filan yok. panik havası sezilmiyor. bitirmişler erkenden işlerini. çello gibi bir yaylı saz beklentisi içinde olmam
umursanmamış, öyle bir hazırlık görülmüyor. bu arada da salon alman disiplini içinde hızla ve düzenli şekilde
doluyor.

ve nihayet etraf zifiri şekilde kararıyor ve sahnenin orta kısmını puslu sarı bir ışık aydınlatıyor castellorizon'ın ilk
notaları duyulurken. kısa süren karanlıktan faydalanan david siyahlar giyinmiş halde sahneye çıkmış. gitarına ilk
dokunuşu ile çılgınca bir alkış yıkıyor salonu. hafifçe gülümsediği seçiliyor. bu işi zevk için yaptığı her halinden
belli. belli belirsiz arkada richard wright seçiliyor klavyesinin başında. bu kez meltdown konserlerinde olduğu gibi
konuk değil, ekibin bir parçası. hammond'unu şiddetle hissettiriyor. parça bitip ışıklar yanınca phil manzenera’yı
buluyor gözlerim sahnenin solunda. sakallı değil artık. hemen yanında guy pratt ve sağda john carin uzay gemisi
gibi bir şeylerin ortasında. richard wright da onun arkasında. sanki bakışlardan kaçmak istermiş gibi bir hali var.
olsun, bravo wright’a. davulun başında steve distanislao oturuyor albümdekinden farklı olarak. pek tanımıyorum
ama yine dışarıda duyduğum dedikodulara göre david crosby ile çalışmış. kafasının yanında asılı olan “division
bell” bugün high hopes çalınacak dedirtiyor. david hoş geldiniz diyor almanca ve konserin ilk yarısında yeni
albümü “on an island” ı çalacaklarını deklare ediyor. “sonra da bildiğiniz şeyleri çalacağız” diye ekliyor. bir kere
daha bravo david.

ve ışıklar tekrar yanıyor. grup kayboluyor masmavi bir denizde, sahne seçilemeyecek kadar yoğunlaşıyor ışıklar ve
david kalıyor bir başına sanki bir adanın üzerindeymişçesine. ve nihayet artık 70’lerdekinden daha renklenmiş sesini
duyuyoruz david'in “on an island” ile. hatırladığım kadarıyla bu melodik parçayı albümdekinden farksız çalıyorlar.
zaten şarkılar yeni olduğu için david fazladan işlere girmeyi gereksiz buluyor anlaşılan.

hiç vakit kaybetmeden “the blue”ya başlıyor grup. sahne bu kez mor ve eflatun ışıklar içinde. sürekli değişen
renklerle salondaki 2000 kişi hipnotize oluyor adeta. bu parçada john carin slide gitarıyla yardımcı oluyor david'e.
derin bir richard wright etkisi hissediliyor. ve ardından albümdeki sırayı değiştirip kırmızı ışıklar altında “red
sky at night”a geçiyorlar. gitarını bırakıp tenor saksofonunu ele alan david görülüyor yine sadece sahnede. biz onu
gitarıyla görmeyi tercih ediyoruz, eklemeden geçemeyeceğim. bu işi üstatlara bırakmakta fayda var. kaldı ki ekipte
henüz görmemiş olsak da dick parry mevcut.

david stratocaster’ını bırakıp bir gibson , guy pratt da bir elektro – kontrbas alıyor ele. “this heaven” başlayınca
ortam bir rock konserinde olduğumuzu hatırlatır hale geliyor nihayet. hemen ardın da “then i close my eyes”
başlıyor. sahnenin biraz gerisinde kurulu slide gitarını konuşturuyor david, yerden fışkıran ışık demetleri arasında
gidip geliyor notalar arasında. sonra dick parry sağdan giriyor sahneye. bir alkış tufanı da ona. boynunda asılı
devasa bass saksofonuyla david ile zarif bir düet yapıyorlar. son kısma doğru acar bir hareketle bass'ı sırtına
doğru atıp diğer tarafta asılı altoyu alıyor ve bir ince soloyla kapatıyor şarkıyı. bana her şey “dark side” günlerini
anımsatıyor. dörtgen olmuş durumdayız salonca zevkten. bravo dick parry.

müteakip olarak yine albümdeki sırayı bozarak “smile” ile devam ediyor david slide tablasının başına geçerek. bu
şarkıya başlarken daha önce yaptığı gibi “eğer kaydediyorsanız haberiniz olsun bu yeni’ demiyor. zaten efendi bir
şarkı olan “smile”ı efendi efendi çalıyor david. bu fırtınadan önceki sessizlik olsa gerek diye düşünürken ışıklar
sönüveriyor, yandaki amcanın “yuhuuuuuuuuu!” diye bağırdığını duyuyorum. sonra sert bir distortion ile “take
a breath”in ritmini vurmaya başlıyor david. ama 3-5 dokunuştan sonra kesiyor müziği. akordundan memnun
değil gitarının. bir müddet sessizlik içinde izliyoruz david'i görebildiğimiz kadarıyla. sonra çığlıklar geliyor
salondan. “money” diye bağırıyor birisi, gülüşüyor herkes. guy pratt alkışlamamızı belirten hareketler yapıyor.
acilen moral takviyesi yapıyoruz david'e. bunun için buradayız. bir süre daha devam ediyor bu durum, david
mikrofona dönüp “kusura bakmayın, bu teller oynak çıktı” gibi bir şeyler söylüyor. bitmek bilmiyor akort durumu biz
de ses çıkartmadan izliyoruz sırtı dönük gitarıyla güreşen üstadı. sonra nihayet giriyor baştan “take a breath”e. hızla
yanıp sönen ışıklar sebebiyle kamaşan gözlerle dinliyoruz şarkıyı. parçanın ortasında gözlerimin kalan dermanını da
yok etmeye ant içimiş bir ışık şovunun eşlik ettiği efekt bölümü modern bir “echoes “ getiriyor akla. ve akabinde
david yine gitarın kulaklarına girişiyor, akordun artık suyu çıkmış durumda. mecburi olarak uzuyor efektler. phil
manzenera imdada yetişip bir kaç numara yapıyor, efekt kısmının daha da uzamasını sağlıyor ve sıkıcılaşmasını
engelliyor. nihayet david “tamam” diyor ve şarkı başladığı gibi sert bir şekilde bitiyor.

ardından “a pocket full of stones” ve ardından da ilk bölümün sonunu ilan eden “where we start” çalınıyor.
david “where we start”’a bir güzel “bluesy” solo eklemiş. hemen ardından da “zvanzig minuten pauze” diyerek 20
dakika ara verileceğini bildiriyor bize.

ara gerçekten zvanzig minuten sürüyor, david "terim soğumasın" diyerek hemen dönüyor sahneye. işıklar
söndüğünde grup yok, david sahnede tek başına. gelmeden yaptığım hazırlıklarda edindiğim bilgiler, ikinci
yarıya “shine on” ile başlanacağını hatırlatıyor bana. meltdown dvd’sini seyretmiş olan herkes gibi “elinde akustik
gitarı olsun ne olur” diye düşünürken kırmızı bir stratocaster'ı görüyorum ama bozmuyorum moralimi. beyaz bir
spotun aydınlattığı dumanlar içindeki david önce sessiz. geriden albümün açılışında derinden duyulan muhteşem
efektleri işitiyoruz. belli belirsiz bir ışıkta wright seçiliyor klavyesinin başında, ama sadece siluet olarak. sanki
grubun gerisi, parçanın ikisine ait olduğunu belirtmek için çıkmıyorlar ortaya. gerçekten kusursuz bir uyumla giriyor
ikisi “shine on”'a. ve sonunda beklenen an geliyor, hayatımda ilk kez ahu tuba’nın eroini damarlarına enjekte
ederken görüldüğü bir sahnede işittiğim o dört nota duyuluyor. ve sessizlik....ve karanlık......elde olmadan haykırıyor
herkes. bir müddet sonra çığlıklar kesiliyor ve kısa bir müddet daha bekleyip tüm grup yerlerini almış olarak parçaya
başlıyorlar. ilk nakarata ulaştıklarında yine mutlak bir sessizlik...sadece david’in sesi ve onu perdelemeyen gitarı
duyuluyor. “shine on...you crazy diamond” diye ilk kısmı bitirip tekrar tam kadro devam ediyorlar parçaya ve
dick parry yine teşrif ediyor sahneye. doğduğum yıl 1975’te yaptığı gibi yine cilalıyor pink floyd’un elmasını.
11. dakikada parçanın klasik finaline ulaşılıyor ve kararan sahneye bakarken ikinci bölümde bizi neler beklediğini
anlıyorum artık. galatasaray’ın neuchatel’e beş attığı maçı anlatan spikerin duygularıyla aşağı yukarı aynı şeyleri
hissediyorum.

işıklar hafiften sahneyi aydınlatırken david kalabalığın ve özellikle amcanın çığlıklarından anlayamadığım birkaç
kelam ediyor. sonra da zaten pek iyi tanıdığımız grubu bize tanıtıyor. en sona da richard wright’ı bırakıyor.
yoğun ilgiden her zaman daraldığı bilinen wright ayağa kalkıp selamlamak zorunda kalıyor bitmeyen tezahüratlar
sonucunda. ardından da beklenmedik bir şekilde barbet schröder'in “obscured by clouds” filmine yaptıkları
soundtrack albümünden “whot’s ?...oh the deal” başlıyor...kesiliyor. yine küçük bir akort sorunu yaşıyoruz. seyirci
artık alışmış, hafiften kıkırdıyorlar, david de “tamam tamam” gibi bir şeyler söylüyor yine tam çözemediğim. epey
uzun devam ediyor parça.

“wearing the inside out” ile mikrofon richard wright’a kalıyor, bu şarkıda esas oğlanlığı dick parry ile paslaşarak

çalıyorlar. ama david illa bir parmak atmadan duramıyor ve bize özel bir solo ekleyip çıkıyor aradan. yine baş başa
kalıyoruz wright ve parry ile. ama finali yine david yapıyor, gayet “confortably numb” bir emprovize solo yapıyor,
melankoli ve huzur arasında gidip gelerek; arada gruba devam etmelerini eliyle işaret ettiğini görüyorum. benzersiz
soundunu kafamıza kakarak bitiriyor parçayı.

sürpriz olarak “atom heart mother”dan “fat old sun” çıkıyor şapkadan. david bir yandan waters’ın bestesi floyd
şarkılarını çalmamaya özen gösterirken, waters’ın “geride kalmış bir yaratıcılık dönemiydi” diyerek dışladığı eski
günleri de hatırlatıyor.

kararan ışıklarla birlikte yükselen kalp atışlarına bir delinin ağzından “i've been mad for fucking years,
absolutely years, been over the edge for yonks, been working me…“ eşlik ediyor ve clare torry’nin banttan
çığlıklarıyla “breath” başlıyor. işıklar patlıyor bir anda, sahne ışıktan görülmüyor. amca da karşı çığlık
atıyor. “tepişme güzel kardeşim” demek üzere bakıyorum, kendinde olmadığı için anlamıyor. yine müthiş bir ışık
şovu içinde “on the run” duyuluyor ve “time” başlıyor enerjik şekilde. richard wright ile birlikte söylüyorlar bu
klasiği de. aslına oldukça sadık çaldıkları bu parçadan "breathe reprise" a yatay geçiş yaptıklarında "great gig in
the sky" gelecek mi acaba diye düşünüyoruz ama çan sesleri bize “bu kadar dark side yeter” diyor. “high hopes”
büyük bir alkışla başlıyor. bu kez akustik gitarıyla duruyor david önümüzde. ama sonlardaki slide için bu kez john
carin’den yardım istemiyor ve tablanın başına oturuyor. ama bu oturuş ardından gelen akustik soloya biraz geç
başlamasına sebep oluyor. olsun, o ne yapsa güzel olur.

“high hopes” büyük alkışlarla fade out yaparak çekiliyor huzurdan, david tezahürat istemez dercesine elini kaldırıyor
ve "şimdi daha eskilere gidiyoruz" diyor ve ardından wright'a dönüp “richard ?" dediği anda wright klavyesinden
bir zamanlar çıkartmak için haftalarca uğraştığı su damlası efektini giriyor. konserin zirvesi da böylece başlıyor.
yine çığlıklar arasında david ve wright “echoes”e böyle başlıyorlar. david gitarının sapına doğru hafif dokunuşlarla
notaları basarken zaman ötesi bir boyut çağrışıyor adeta. wright ile vokallere başlayıp ilk nakarata girdiklerinde
spotlar ve tüm ışık sistemi çıldırmışçasına gözleri kamaştırıyor, sahneye bakmak imkansız, kolumla gözlerimi
koruyorum, nakarat biter bitmez yine ışıklar diniyor ve parça normal devam ediyor. konserde echoes’i duymak
gerçekten şaşırtıcı geliyor ve “herhalde kısa versiyon” diye düşünüyorum ama yanıldığım hemen ortaya çıkıyor. artık
işin tadını kaçırmaya başlayan ışıklar psychodelic bir trans ortamı yaratıyorlarken, bu yetmezmiş gibi şarkının orta
kısmı aynen icra ediliyor. güçlü bir basa wright’in hammond orgu eşlik ediyor. david ile paslaşarak uzun bir süre
tribi devam ettiriyorlar. “böyle bir şey yaşadım mı daha önce?” diye düşünüyorum; yanıtım hayır. david 60 yaşında
hala bu müziği hissediyor içinde. sonra yine fade out ile parça diniyor, etraf zifiri oluyor, bitti zannederken önce bir
rüzgar duyuluyor ardından orijinaldeki balina sesleri yükseliyor, ışıklar filan derken gerçekten başka bir aleme geçiş
yapar gibi hissediyoruz. bu uzun kısımdan sonra wright’ın klavyesine dokunuşuyla echoes finale geçiyor. final’in
nasıl olduğunu tam algılayacak halde değilim. gözlerim ışıktan kör, bacağım az önce üstüne düşen amca yüzünden
topal, kulaklarım sağır olmuş halde. alte oper alte oper olalı böyle bir gece geçirmemiş olsa gerek.

echoes ile konseri de bitiren gurup içeri giriyor ve bis için naz yapmaya başlıyor ve fakat nazlanmayı kararında
bırakıp “wish you were here” ile dönüyorlar. ama bu beklenen son değil. gene kandırmak üzere kulise giriyorlar,
ikna olmuyoruz, ısrar ediyoruz, kıramıyorlar tabii ve “confortably numb” ile hepimizi yere sermek üzere geri
dönüyorlar. salondaki herkesin binlerce kez dinlemiş olduğu bu şarkıyı david’in canlı çalması bir başka güzel.
bitmesin istiyorum, istiyoruz. ama bitiyor. o enfes solonun kim bilir kaçıncı bir varyasyonunu daha çalan david son
notasını basıp gurupla topluca salonu selamlıyor. bu onu ilk ve büyük ihtimal son canlı görüşüm. amca elimi sıkıyor,
artık bir akrabalık var arada tabii, “estağfurullah, ne yaptık ?” diyorum, anlamıyor. işıklar yanıyor, salon sessizliğe
dönüyor 2,5 saatin sonunda.

salon dışında bilet satan aynı esmer delikanlıyı görüyorum, “10 oyro 10 oyro” diye bağırarak elindeki t-shirtleri
satmaya çalışıyor. ortağı da postere yatırım yapmış onları elden çıkartmaya çalışıyor. köşede gözü yaşlı bir kız
dikkatimi çekiyor, çıkanlara nasıldı diye soruyor, “wish you were here çaldı mı?”. uzaklaşıyorum yanlarından geçip,
arabaya biniyorum seri şekilde, çeviriyorum kontağı, dokunuyorum diskdöndürenin düğmesine; başlıyor gene david
çalmaya. 1,5 saatlik yol var önümde; iki kez “on an island” dinlemeye yeter nasılsa.
0 favorites - -