paul thomas anderson'ın sinemanın ortasına adeta ideolojik atom bombası bıraktığı ve gelecekte kült filmler arasında yer alacağına inandığım başyapıt. film, hem biçimsel hem de politik olarak bu yılın en tartışmalı işlerinden biri olacak gibi görünüyor.
---
spoiler ---
filmin ilk on dakikası seyirciye kasıtlı bir rahatsızlık veriyor. benim gibi önceden filmle alakalı bilgiye sahip olarak sinemaya geldiyseniz sizi oldukça şaşırtacak bir "
amuse-bouche" ile karşılaşacaksınız. pta burada rahatsızlığı bir anlatım aracı olarak kullanıyor. filmin geri kalan kısmında görmeyeceğiniz bir mainstream anlatımla sizi hem rahatsız ediyor hem de dünyasının içine alıyor. perfidia karakteri bu anlamda filmin merkezinde bir provokasyon nesnesi gibi duruyor. siyahi, kadın, özgür ve fazlasıyla
woke bir figür. fakat film onu ne yüceltiyor ne de lanetliyor. aksine, çelişkilerini, zaaflarını ve boşluklarını olduğu gibi sergiliyor.
hikaye ilerledikçe, film biçimsel olarak bir kovalamaca anlatısına evrilse de arka planda pta'nın yerleştirdiği ideolojik atom bombasının saati tiktak etmeye devam ediyor. pta film boyunca taraf tutmuyor, tarafları adeta enginer gibi soyuyor. woke kültürün içi boş sloganlarını da, ırkçı beyaz sağın paranoyak söylemlerini de eşit ama aşırı karikatürize bir mesafeden deşifre ediyor ve kucağınıza bırakıyor. sonunda geriye sadece meksikalı, siyah kuşak "sensei" lakaplı karakterin sessiz, kişisel devrimi kalıyor. film, “devrim”in bağırarak değil, dalga dalga ve sessizce yapıldığını söylüyor adeta. belki de söylemiyor... bu filmin ideolojik pozisyonu merkezin hemen sağında veya hemen solunda olsa da ne tarafta olduğunu kavramak için biraz sindirmek ve belki de birkaç defa daha izlemek gerekecek. ben tam çözemedim yani...
bu çözemediğim pozisyonla alakalı beni şüpheye düşüren önemli bir detay var; filmde, seyircinin tansiyonunu yükselten, itirafçı olup hikayenin akışını belirleyen iki "kötü" karakter var: biri siyahi, lohusa bir solcu kadın; diğeri trans bir ergen. bu karakterlerin temsili, filmdeki ideolojik karmaşanın bilinçli biçimde inşa edildiğini gösteriyor ancak iki karakterin de dengesiz biçimde sol pencereden seçilmiş olması düşündürücü. hani dedim ya, bu film bir tarafa hizmet ediyor ama ne tarafa...
finalde yer alan otoyol sekansı da ayrı bir paragrafı hak ediyor. yalnızca teknik olarak değil, duygusal yoğunluğu bakımından bana göre sinemanın tarihinin en etkileyici sekanslarından biri. izledikten sonra akla gelen ilk düşünce şu oluyor: pta, bu sahneyi filmin bir parçası olarak değil, adeta tüm yapının çıkış noktası olarak tasarlamış; sanki bütün film o birkaç dakikalık sekansın varlığına gerekçe oluşturmak için yazılmış.
---
spoiler ---
filmle ilgili haklı eleştirilere gelirsek; bu film, izleyicisinden entelektüel bir zemin talep ediyor. tarih, sosyoloji, siyaset veya amerikan politikaları üzerine asgari bir bilgi birikiminiz yoksa size sadece başarılı bir aksiyon filmi sunuyor pta.
tenet nasıl sinemanın “sayısalcı” aklının ürünüydü, one battle after another da onun “sözelci” karşılığı gibi.
özetle, güzel film. john wick izleyicisine de hitap ediyor, tarkovski izleyicisine de. iki uçtaki izleyici kitlesine de dokunmak da zor iştir. bence başarmış.