ruhumu daha ilk satırlarından ele geçirip, bir de içimde şiddetle başka ruhlara sirayet etmesini sağlama, varlığını dünya aleme yayma dürtüsünü uyandıran tuhaf bir virüs tesiri yaptı benim üzerimde
max tivoli’nin itirafları.
ben biraz inanıyordum ki, okuyup da hatırasını en bir yüce, en bir değerli addedeceğim tüm kitaplar artık geçmişte kalmıştır; bundan sonrakiler ancak uzatmalar, ancak vakit geçirmelikler, evet, belki sevilebilecek, ama asla en sevilemeyecekler olacaktır. çocukluğun ve ilkgençliğin safiyetiyle, büyüsüyle birleşmeden bir kitabın gönlümün o mertebelerine çıkması sanki biraz da imkansızdır. bana yanıldığımı göstermek demek max tivoli’ye, hayatın en temel ve basit kaidesinin, zamanın saat yönündeki akışının, bedeni için geçerli olmadığı bu lanetlenmiş adama düşecekmiş.
onunkiyle kıyas kabul edecek olmasa da, başka bir lanete, -teflon misali- pek az şeylerin tutunabildiği aciz bir hafızaya mahkum edilmiş olduğumdan, yalnızca birkaç ay önce okuduğum bu hikaye zihnimde çoktan karanlıklara karışmış, uzak bir sadaya, diplerde bir tortuya dönüşmüş durumda. heyhat çok şükür o sadayı, o tortuyu tarif edebilecek birkaç sözcük uyanıyor hala nöronlarımda, ki bir kitabı bu sözcüklerin işaret ettiği karışımdan daha çekici, daha davetkar kılacak az unsur tasavvur edebiliyorum kendi adıma: zarafet, hüzün ve olgunluk..
evet, max tivoli bizlere gerçeküstü, fizikötesi, gerçekleşmesi -kocaman neon harflerle- namümkün hikayesini dünyanın en hakiki, en yaşanmış hayatıymışçasına sunar, talihsiz ruhunun her bir dalgalanmasını derinlerimizde aynı şiddette hissettirirken, satırlarından damlayan hep bir incelik, hep bir asalet, hayata dair hep o hüzünlü bilgelikti. ve ben de bir romandan zaten daha fazlasını beklemiyordum..
işte bu yüzden şimdi max tivoli’yi gönlümün camekanlı dolabına, en sevdiğim, en gerçek (bazen de en ben) sandığım kurmaca karakterleri muhafaza ettiğim özel bölmeye yerleştirirken, sizleri de onu tanımaya, yaşadıklarını, en azından itiraf ettiği kadarıyla, okumaya davet ediyorum. r.s.v.p.