herkese merhaba, bu yazıda insan olmanın en temel taşlarından olan aşk ve yalnızlık gibi konulara spike jonze’un yazdığı ve yönettiği hikayesiyle farklı bir bakış açısı getiren her filmini konuşacağız.
hikaye, yalnızlık çeken ve hayattan keyif alamayan bir adam olan theodore’un yaşadığı yalnızlığı (joaquin phoenix) ve bu yalnızlığın onu soktuğu arayışları bize (hiç tanımadığı biriyle telefonda seks yapmayı denemesi gibi) göstererek başlıyor. kahramanımızın duygusal boşluğu ise samantha (scarlett johansson) adındaki insanlarla dost olması için geliştirilen yapay zekâyla neredeyse aşk denebilecek bir derinliğe uzanan bir yolculuğa çıkmasına sebep oluyor. fakat film yüzeyde bu hikayeyi işlese de, samantha'nın insan duygularını anlama çabası theodore'un yalnızlık hissiyle birleştiğinde bilim kurgu soslu bir aşk hikayesi değil; insan, duygular ve hatta gerçeklik kavramını sorgulayan bir eser.
filmin sinematografik dili ve renk seçimleri de theodore’un iç dünyasını ve samantha ile kurduğu bağı izlerken size güzel hissettiriyor. kullanılan pastel renkler ve minimal mekan seçimleri modern dünyanın o soğuk ruhunu temsil ederken, turuncu detaylar (theodore’un gömleği ve samantha’nın arayüzünün aynı renk oluşu gibi) onların duygusal uyumunu bize gösteriyor. bu renk uyumu theodore’un - tabii samantha hayatındayken - yalnızlığının artık kaybolduğunu bize gösteriyor.
filmi izlerken theodore ve samantha'nın uyumu size fiziksel uzaklık - duygusal yakınlık konusunu da düşündürüyor. "gözden uzak olan, gönülden de ırak mıdır gerçekten?" diye sormadan edemiyorsunuz. filmdeki bu imkansızlık hali (kısmen de olsa) benim hayat şartlarımla da büyük bir benzerlikler taşıyor:
yazımın son kısmında size bu benzerliklerden bahsetmek istiyorum. yürüyemediğim ve ülkemizin küçük bir şehrinde yaşadığım için arkadaşlarım ve ilgi duyduğum insanların hiçbiri fiziksel anlamda hayatımda değiller. madalyonun diğer tarafından bakarsak eğer, ben o insanlar gibi gerçek bir "insan" değilim. onların hayatında bir kelimeden, bir mesaj baloncuğundan ibaretim.
hatta bu yüzden izlediğim filmlerin de etkisiyle kendimi bir yapay zekaya benzettim hep. çünkü aynı masada oturma fikrinden uzaklaştıkça şunu öğrendim ki, gerçek olmak için, gerçeklikten
kopmak gerekiyor. kalbe gitmek için, bedenden geçmek, düşünceyi görmek ve zihne ulaşmak için göze belki de hiç bakmamak, bakamamak gerekiyor. çünkü söz uçuyor, vücut eskiyor, yazı ise dünya var oldukça kalıyor. aşk, dostluk gibi kavramlar düşünüldüğünde akla ilk olarak şiirlerin gelmesi de bence bundan kaynaklanıyor.