arkadaşları, o ortama girdiğinde ona, ' geldi yine tipini sktiğim' derlermiş. o ise bundan hiç alınmaz, ''beyler sktiğim nedir ya, neyin sansürü bu, siktiğim deyin gitsin '' dermiş..
iflah olmaz bir melankoliktir baudelaire. yalnızlığa olan düşkünlüıünü daha küçük yaşlarda keşfetmiş, lyon’daki colege royal’de geçen disiplinli günlerden sonra gönderildiği lousele-grand’da. afyon ve haşhaşa ile sona erdiremediği hukuk öğrenimi sırasında tanışan baudelaire, çok değil, bir çeyrek asır önce lanetli şairler kuşağı’nın üzerinde gezinen fırtına kuşlarına kör bir sapanla saldırarak, belki de türkiye’nin dünya kupası eleme grubu’ndaki maçlarda aldığı galibiyetleri manşetten bildiren türk gazetelerini büyük bir yükten kurtaracak olan “tarih yazma” (!) işini başlatmış. o dize çelen şiir gezegenindeki gönüllü sürgünlük de aynı döneme denk düşüyor. sömürgeli bir kadını, jeanne duval’i, kollarına alışı ve güzelliğin peşine düşen albatrosların telkinlerine kulak kabartması da... bir kömür oğlanının bembeyaz dişleriyle gülümsedi dünyaya hep baudelaire; bu kara aydınlığın sırrına ermesi güç oldu ölümlülerin.
şunu yazmış insan:
mais qu'importe l'éternité de la damnation à qui a trouvé dans une seconde l'infini de la jouissance?
bir saniyeliğine de olsa neşenin sonsuzluğuna ulaşmış bir insan için, sonsuza dek lanetlenmenin ne önemi var?
şiirin salonlara sığmayan tarafı varsa, o kesinlikle baudelaire'dir.
şiir, uzun bir süre boyunca temiz, aydınlık ve "yüce" şeyleri anlatmanın aracıdır. ama sonra bir gün, biri gelir ve şiirin içine bir mezar açar. içinden çürümüş çiçekler, delirmiş sokaklar, sarhoşlar, fahişeler ve ölüm kokusu çıkar. işte o kişi charles baudelaire'dir.
"les fleurs du mal", yani "kötülük çiçekleri", sadece bir şiir kitabı değil. bu, şiirin ahlakla olan evliliğini bitiren bir manifestodur. kelimelerin artık kutsal şeylere değil, en kirli arzulara da dokunabileceğini ilan eder. ve bunu yaparken öyle bir dil kullanır ki, insan güzelliğin sadece göklerde değil, yerin dibinde de var olabileceğini fark eder.
baudelaire'in şiirinde hep bir ikilik vardır: arzuyla tiksinti arasında kalmış bir benlik, cennetle cehennem arasında salınan bir ruh. bir dizesinde tanrı'ya yaklaşır, bir sonrakinde şeytanla kol kola gezer. hem sevişmek ister hem kendini yok etmek. hem sarhoş olur hem ayılmaktan korkar.
modern insanın laneti de tam burada başlar zaten: neye ait olduğunu bilmemek. bu yüzden baudelaire sadece şiir yazmaz, bir dönemin varoluş sancısını şiirle kazır. daha sonra rimbaud, verlaine, hatta t.s. eliot gibi isimlerin onun attığı bu karanlık tohumlardan filizlenmesi boşuna değildir.
bir de şehir var onun şiirinde. paris'in sokaklarında yalnız yürüyen adam, yani "flaneur". kalabalığın içinde tek başına gezen, etrafı izleyen ama hiçbir yere tam ait olmayan bir figür. bu yalnız gözlemci modeli, günümüz kent insanının prototipi gibidir.
ve elbette güzellik. baudelaire için güzellik, artık sadece estetik değil. bazen iğrenç bir cesette, bazen bir çürümüş çiçekte, bazen de insanın kendi karanlığında yatar. çünkü gerçek güzellik, bizi rahatsız eden şeylerde gizlidir. sarsıcı olan, kolayca sindirilemeyen şeylerde.
"senin gibi bir kadını sevmek, cehennemi sevmek gibidir…"
"çünkü ben, her şeyi hissetmenin lanetiyle doğmuşum."
onun için yazmak, bir ibadet değil, bir itiraf gibi. kendini temize çekmek için değil, kirli kalmanın kaçınılmazlığını anlatmak için.
benim için o, sadece bir şair değil; bir tür aynadır. insana kendini gösteren ama görmek istemediği tarafları da dürüstçe yansıtan bir ayna. onu okumak, kendine bakmak gibi. ama yüzünde makyaj olmadığını fark etmek gibi de.
ve evet, hala büyüleyici. hala kirli. hala rahatsız edici.
adam kimdi peki?
1821'de paris'te doğan charles-pierre baudelaire, aslında burjuva bir ailenin çocuğuydu. babası joseph-françois baudelaire eski bir papaz, sonra da ressam ve bürokrat. altı yaşında babasını kaybedince, annesi caroline ile yakın bir ilişki kurar. ama derken anne, jacques aupick adında bir subayla evlenir. işte o zaman başlar baudelaire'in hayat boyu sürecek olan "üvey baba" meselesi. aupick'i hiç kabul etmez, bu da onu sürekli asi yapar.
gençlik yılları tam bir başkaldırıdır. hukuk okumaya başlar ama asıl işi bohemya yaşamı sürmektir. latin mahallesi'nde sanatçılarla takılır, borç içinde yüzer, fahişelerle birlikte olur. ailesinin verdiği parayı da çarçur eder. 1841'de aile onu düzeltmek için hindistan'a göndermeye karar verir. gemi yolculuğu sırasında maurice adası'na kadar gider ama sonra geri döner. bu yolculuk onun egzotik güzellik anlayışında etkili olur.
1842'de miras kalan parayı almaya başlar ama öyle bir saçar ki, aile 1844'te mali müşavirlik koyar. bu, onu hayat boyu sürdürecek olan maddi sıkıntıların başlangıcıdır. para hep sorun olur baudelaire için.
hayatındaki en önemli kadın, haiti asıllı jeanne duval'dır. 1842'de tanışırlar ve ölümüne kadar devam eden tuhaf bir aşk yaşarlar. jeanne hem onun ilham kaynağı hem de işkencesidir. ona "venüs noire" (siyah venüs) der. şiirlerinin çoğunda onun gölgesi vardır. ama jeanne aynı zamanda baudelaire'i mali olarak da bitirir, aldatır, hastalandırır. frengi hastalığını ondan kapar büyük ihtimalle.
"les fleurs du mal"da jeanne'a yazılmış şiirler, aşkın hem yüceltici hem de yıkıcı gücünü gösterir:
"ey güzel kadın, sen benim tek tutkumsun!
seni sevmek, sıcak cehennemde yanmaktır..."
baudelaire'in bulduğu en önemli kavramlardan biri "spleen"dir. bu, sadece melankoli değil. endüstriyel çağın getirdiği yeni bir ruh hali. şehir hayatının monotonluğu, yabancılaşma, can sıkıntısı, varoluş boşluğu... hepsi birden spleen'dir.
"spleen" şiirlerinde bunu şöyle anlatır:
"ölüler kadar derin bir anımsama içindeyim,
büyük bir dolap gibiyim, gül demeti doldurulamaz..."
bu his, yirminci yüzyılın varoluşçu felsefesinin öncüsüdür. sartre'ın "bulantı"sı, camus'nün "absürd"ü, kafuya'nın yabancılaşması... hepsinin kökü burada.
baudelaire'in estetik teorisinin temeli "correspondances" (uyumlar) kavramıdır. ona göre evrendeki her şey birbirine karşılık gelir. renkler, sesler, kokular birbirine çevrilir. şair, bu gizli dili çözebilen kişidir.
"parfümler, renkler ve sesler birbirine karşılık verir"
bu teori, daha sonra sembolist şiirin temelini oluşturur. mallarmé, verlaine, rimbaud bu yoldan giderler.
sadece şair değil, çağının en önemli sanat eleştirmenlerinden biridir de. delacroix'ya olan hayranlığı ünlüdür. romantik sanatın savunucusudur ama aynı zamanda yeni sanat formlarını da destekler. fotografı "çirkin sanatların sığınağı" diye eleştirir ama sonradan onun da sanat olabileceğini kabul eder.
1863'te manet'nin "olimpya" tablosunu savunur. bu tablo da tıpkı "les fleurs du mal" gibi skandal yaratmıştır. geleneksel güzellik anlayışına meydan okur.
amerikalı yazar edgar allan poe'yu fransızcaya çeviren kişidir. poe'da kendi ruh ikizini bulur. ikisi de karanlık güzelliği, ölümü, gerilimi işler. ikisi de alkol problemleri yaşar. ikisi de çağının dışında kalır.
poe çevirileri, fransız edebiyatında önemli bir dönüm noktası olur. gotik havanın fransız şiirine girmesini sağlar.
richard wagner'in müziğinden derinden etkilenir. onun "gesamtkunstwerk" (topyekun sanat eseri) anlayışı, baudelaire'in correspondances teorisiyle örtüşür. wagner'in müziğinde bulduğu yoğunluk ve duygusal derinlik, kendi şiirlerinde yakalamaya çalıştığı şeydir.
1861'de wagner'i savunmak için yazdığı yazı, müzik eleştirisinin klasikleri arasındadır.
1857'de yayımlanan "les fleurs du mal", edebi tarihte nadir görülen bir olay yaratır. hem hemen klasik olur hem de mahkemeye verilir. "toplum ahlakını bozucu" bulunur ve altı şiiri yasaklanır. baudelaire ve yayıncısı para cezasına çarptırılır.
kitap altı bölümden oluşur:
1. spleen ve ideal
2. paris tabloları
3. şarap
4. kötülük çiçekleri
5. isyan
6. ölüm
her bölüm, insanın farklı bir yüzünü gösterir. idealden başlayıp ölümde son bulur.
jeanne duval dışında hayatında iki önemli kadın daha vardır. marie daubrun, sahne kızı ve metresidir. ona platonik bir aşk besler. apollonie sabatier ise tam tersi, "madame sabatier" diye andığı bu kadın onun için ulaşılmaz güzellik örneğidir. ona anonim mektuplar ve şiirler gönderir. ama kadın kimliğini ortaya çıkarıp kendini ona teslim etmeyi teklif edince, baudelaire geri çekilir. çünkü o, ulaşılamaz olan güzelliği sever.
1860'lı yıllar baudelaire için çöküş yıllarıdır. para sıkıntısı had safhadadır. frengi hastalığı ilerler. 1864'te belçika'ya gider, konferanslar verir ama başarılı olamaz. belçika'dan nefret eder.
1866'da felç geçirir. konuşma yetisini kaybeder. sadece "cré nom!" (lanet olsun!) diyebilir. annesinin yanına döner paris'e. 1867'de ölür, 46 yaşında.
baudelaire, romantizmle modernizm arasında köprü kuran isimdir. romantiklerin duygusallığını alır ama buna kentsel bir bilinç ekler. doğal güzelliği reddeder, yapay güzelliği savunur.
ondan sonra gelen sembolistler (mallarmé, verlaine, rimbaud), onun açtığı yoldan giderler. t.s. eliot, "the waste land"da baudelaire'in spleen'ini devralır. walter benjamin, onu "modernliğin allegorik şairi" olarak tanımlar.
türkiye'de baudelaire'in tanınması, cumhuriyet dönemiyle başlar. nazim hikmet onu çevirir. daha sonra cemal süreya, ülkü tamer, sezai karakoç gibi şairlerimiz ondan etkilenir.
özellikle 1950'lerden sonra ikinci yeni şairleri için baudelaire önemli bir referans olur. modern türk şiirinin kentli, yabancılaşmış, melankolik havası, büyük ölçüde onun etkisindedir.
çünkü baudelaire, modern insanın ilk portresini çizen şairdir. teknolojinin, endüstrinin, büyük şehirlerin yarattığı yeni insan tipini ilk kez o yakalar. o yüzden günümüzde okuduğumuzda hala kendimizi buluruz.
instagram'da gezinirken hissettiğimiz boşluk baudelaire'in spleen'idir. tinder'da aradığımız ama bulamadığımız aşk, onun jeanne duval'ıdır. büyük şehirlerde kaybolma hissi, onun flaneur'üdür.
öte yandan güzellik anlayışımızı da değiştirmiştir. artık güzelliği sadece klasik estetik ölçütlerle değil, etki gücüyle de ölçeriz. bir şarkı, bir film, bir fotoğraf bizi sarsar, rahatsız eder, düşündürürse güzeldir.
baudelaire'in mirası, sanatın amacının sadece güzel olmak değil, gerçek olmak olduğu anlayışıdır. ve gerçek, çoğu zaman güzel değildir. ama bu yüzden daha değerlidir.
"ikiyüzlü okuyucu, benzerim, kardeşim!"
işte bu yüzden onu hala okuruz. çünkü o sadece 19. yüzyıl fransa'sını anlatmaz. bizim de hikayemizi anlatır. kirli, çelişkili, mutsuz ama bir o kadar da güzel olan hikayemizi.
edit: imla
yıllar önce rimbaud, pound, gide, eluard, lamartine, vs okurken benim içimdeki öfkeyi, bezginliği ve ara sıra uykusundan uyanan coşkunluğu bir türlü yansıtacak dizelerle karşılaşamıyordum.. ta ki bir gün, baudelaire'in şu dizelerini gecikmeli de olsa okudum:
derdim: yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
siyah örtülere sardı şehri karanlık;
kimine huzur iner gökten, kimine gam.
bırak, şehrin iğrenç kalabalığı gitsin,
yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte;
toplasın acı meyvesini nedametin
sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle.
bak göğün balkonlarından, geçmiş seneler
eski zaman esvaplariyle eğilmişler;
hüzün yükseliyor, güleryüzle, sulardan.
seyret bir kemerde yorgun ölen güneşi
ve uzun bir kefen gibi doğuyu saran
geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi.