hayatlarımızı acıyla anlamlandırmaya eğilimliyiz ve farkında olmasak da acıdan beslenecek şekilde çalışan bir zihne sahibiz. acı, ıstırap ya da bir düşman yaratamadığımızda kendimizi değerli hissedemiyor ve hayata karşı motivasyonumuzu kaybediyoruz. hayatı yaşamaya değer kılacak bir anlam yaratmaya çaba göstermedikçe, günlük basit meseleleri olduğundan çok daha büyük ve dramatik hale getiriyor; kendi yarattığımız acı ve ıstırap yüklü dünyamızda hayatlarımızı daha anlamlı kılmaya çalışıyoruz. bu, insanın en düşük bilinç düzeyidir ve bu zihin yapısından kurtulmamız gerekir.
stoacılar bu durumu çok önceden teşhis etmişti.
epiktetos şöyle der: “insanlar, başlarına gelen şeylerden değil, onlar hakkındaki düşüncelerinden rahatsız olurlar.” acı, dış dünyadan değil, zihnin onunla kurduğu ilişkiden doğar.
marcus aurelius da şöyle der: “dışarıdan gelen herhangi bir şey sizi üzüyorsa, bu acı o şeyin kendisinden değil, sizin ona ilişkin değerlendirmenizden kaynaklanır; ve bunu her an iptal etme gücüne sahipsiniz." senin acın, senin kurgundur; senin dramın, senin yorumundur. düşman yaratırsın, çünkü zihnin çatışmasız kaldığında boşlukla yüzleşir.
budizm de aynı hakikati başka bir yoldan gösterir. “
dukkha” yani varoluşun içkin ıstırabı, zihnin arzulara, kimliklere ve yargılara tutunmasından doğar. budist bakışa göre, ‘ben acı çekiyorum’ dediğinde, aslında gelip geçen bir duyguyu sahiplenir ve ona bir ‘ben’ inşa edersin. oysa bu benlik bile yanılsamadır. zihin, acıya tutunarak kendine bir varlık alanı yaratır. bu nedenle budizm, zihni gözlemlemeyi ve acıyla özdeşleşmemeyi öğütler.
ve belki de tüm bu öğretinin özü şudur: o boşluğa sadece bakabilmek, onu dramatize etmeden tanımak... işte zihinsel özgürlük orada başlar. acıdan beslenen zihne karşı uyanıklık, insanı önce kendi içindeki tiranlıktan, sonra da dünyanın yüklediği sahte anlamlardan kurtarır.