shocktheworld

baldan tatlı (635)

Ağustos 2005 - 782 Entry - 76 Follower - 10 Following
Last Entrys:
evet, hafıza-i beşer nisyan ile maluldur ama geriye kalanlar da tahattür ettiklerimiz değil midir? birikenler gevrekleşir durur. bergman'ın bu filmi tahattürün inkişafıyla ilgilidir bana kalırsa, hepsinden öte bir mimesistir: liv ullman'ın karakteri bir papazla evlidir, ingmar bergman bir papazın oğludur, ingrid bergman bir dönem aşkı uğruna sanatını, bir dönem de sanatı uğruna ailesini feda etmiştir tıpkı filmde oynadığı karakteri gibi.

girizgah bölümünde charlotte'un sürekli kendi kendine konuşması, adeta temsilini sahneleyen anne gibi davranması sanatçılığını, taklitçiliğini imler; başarılıdır, hırslıdır. yemeğe kırmızı elbisesiyle indiğinde münzevi kızını domine eder. haklı olarak sanatı kızından daha iyi okur ama chopin'i, sanatıyla deşifre edip onun dünyasına girebilen birinin kızının dünyasına gir(e)meyeşinin ironisini izlemek üzereyizdir.

liv ullman'ın muhteşem oyunculuğuyla, ansikte mot ansikte'deki gibi histeriye varıyor, ilerleyen uzun tek mekan diyaloglarından sonra ani bir kırılma görüyoruz. bergman'ın filmi sanki 3 zamanda geçiyor gibi. geçmişteki anılarla şekillenen şimdiyi izliyoruz ama filmin son bölümü sanki izlediklerimizden hemen sonrasını değil de sanki yakın geleceği gösteriyor gibi. çünkü insan bir yüzleşmeden hemen sonra bu kadar hızlı geri saramaz. peki bu etki filmde neye yarıyor? charlotte'un aslında taklit ettiği gerçeğinin vurgusu.

trendeki sahnelerinde sevgilisine sensiz ben ne yaparım dedikten hemen sonra bensiz sen ne yaparsın diye sorduğunu duyuyoruz: ben merkezci anne karakteriyle ters yüz edilen bu kurumun aynı zamanda çevresindekileri, hayatlarına müdahil olabildiği ölçüde nasıl değiştirebildiği/dağıtabildiğini izliyoruz aslında. lena karakterinin annesine yardım et diye haykırmasıyla paralellenen tecavüz ve eva'nın sonda yazdığı mektup. söz konusu mektup o karakteri bir anda kathartik bir düzlemden çıkarıyor. peki bunu anne-kız ilişkisiyle mi açıklayacağız? zannetmiyorum. bu film anne, baba tahakkümünün etkileri üzerine. kadının babasından her bahsettiği sahnede, sevgiyle anlatılan anlarda sevgi haricinde hissedilen yalnızlık, mesafe ve soğukluk bile kadının dünyasıyla ilgili ipuçları veriyor.

***

hastanedeyken ağaçların sıhhati kıskanılır. pencere umuda ve dünyaya açılan en önemli bölümüdür hastane odasının, sıhhati oradan görürsün, özlersin, umutlanırsın. filmin açılış sahnelerinden birinde pencere kadrajın ortasındadır ve adam hasta bir şekilde yatar. umudun penceresinden inşaat sesi gelmektedir. dışarıya açılan tek noktadan da ızdırap girer hastane odasına ve charlotte 13 yıllık beraberlikten sonra kocasını yolcu eder.

papazın sunumunu yaptığı bu filmle ingmar bergman kadınlarından hangisi ya da hangilerini anlatıyor bilmiyorum ama giderayak nefis bir intikam aldığını söyleyebilirim.

höstsonaten - 15 favorites -
amerikan indicileri. nefis bir ilk albümleri var bence, kısa olduğundan da 1 haftada 22 kere dinleniyor.

cayucas - 0 favorites -
yozgat blues'da george clooney'i oynamış, dünyayla temassızlığı nefis canlandırmıştır.

ercan kesal - 0 favorites -
herkesin çalışmak ve kazanmak zorunda olduğu dünyaya yabancı bir dede-nine hikayesi, savaş sonrası japonya'sında ozu'nun sürekli tokyo'nun endüstriyel tarafına vurgu yaptığını da unutmamak lazım. tek iyi olanın geçmişle yaşayan, geçmişte kalan biri olması ve çizilen profilde güzellik uzmanı olan anne, ingilizce öğrenmeye çalışan sevimsiz torunlar ve lastik işinde çalışan gelin hep aynı amerika sonrası değişimin imleyicisi.

filmin sonunda da saat tik takları var, aynen no country for old men'de olduğu gibi. iki film de aynı şeyi anlatıyor; değişen dünyaya ayak uyduramayan ihtiyarların buralardan silinip gitme hikayesi. ancak ozu'nun hikayesi bittabi daha dokunaklı; filmi izlerken vurmuyor ama film bittikten sonra bir daha hiç tokyo story'i izleme şansınızın olmayacağını hayal edin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.

tokyo monogatari - 11 favorites -
filmin bir yerinde noiret'ye dul musun diye sorarlar, o da karısı ölmeden önce ayrıldıklarını söyler ve sorar bu durumda ne oluyorum diye. şimdi bana sorsa ben de bilmiyorum; yani yıllarca beraber olduğumuz insandan ayrıldık diye onun üzerindeki haklarımızdan da mı feragat etmiş oluyoruz?

tavernier'in bu, zamanla ilgili yapılan en hüzünlü filmlerden biri olan saat tamircisi'nde bir babanın hikayesi anlatılıyor. bu adam bence çok üzücü bir durumun içinde: yaşadıklarını geriye doğru düşünerek hep yanında olan birinin iç dünyasına girmeye çalışmak. ancak tavernier'e göre noiret, yani baba, burada oluşan durumun müsebbibi midir? zannetmiyorum.

noiret ile komiser bir yerde sohbet ederken noiret bir hikaye anlatır. yolun karşısından geçen bir çocuğun ona ne kadar değiştiğini söylemek için yolunu değiştirmesinden bahseder. ve belki de hayatında kendisini, 1 dakika bile sürmüş olsa, en çok seven insanın bu, kendisini şaşırtan bir şeyi paylaşmak için yolunu değiştiren çocuk olduğunu söyler. komiser anlamaz. noiret ısrarla anlatmaya çalışır. komiser anlamaz. noiret içine döner, bilir ki zamanı geri alamaz ama saatleri tamir edebilir ve paylaşmak için gittiği yolu değiştireni özler.

l'horloger de saint-paul - 2 favorites -
bir değildir. sebebini bi' ara konuşuruz.

aklın yolu - 0 favorites -
öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok. cennet diye vaat edilen, beklenen güzelliğin reddi nevinden ben aradığımı buldum lahzasının kıskanılan ifadesi; cennet gidilen bir yer ya işte, bu ben gitmiyorum ünlemesi de bir yandan. çünkü o var, korkulacak bir şey yok.

sizin gidin, ben gelmiyorum; çünkü tanımları değiştiren, cenneti ayağımın altına getiren, o var diye söylenirsin, söylersin, duyurursun bununla.

heaven is a place on earth with you - 2 favorites -
berlin okulu'nu "1990’ların sonunda el kamerası, gerçeklik ve doğaçlama metotlarıyla dünya sinemasının çehresini değiştiren ‘dogma akımı’nın almanya şubesi olmaya çabalayan" diye tanımlamış, hızını alamayıp dreileben üçlemesini rashomon'a falan benzetmiş. böyle eleştirileri görünce neyse ki internet var da dünyadan haberimiz oluyor diyorum, çünkü büyük ihtimalle sadece mevzu bahis göz beyin koordinasyon eksikliğinden muzdarip süzgeçlerden geçeydi bilgiler, başımıza taş yağardı; zira süzgeçte kocaman bir boşluk var belli ki.

kerem akça - 1 favorites -
1932 yapımı michael curtiz filmi. spencer tracy ve ilk rollerinden birinde olan bette davis var. şu dönemde neredeyse bir janr haline gelmiş hapishane filmlerinin atalarından olan filmde tommy sullivan isimli bir suçlunun hapishanede yaşadıkları anlatılıyor. o yüzden ben buradan anlatmıyorum, merak eden filmi izler. ancak curtiz'in daha sonra angels with dirty faces'da artık belirginleştirdiği o didaktik tutumdan burada eser olmaması; ilkeli, hazır cevap, özünde iyi-tanısan seversin bir suçlu resmiyle birlikte geliyor. bence başarılı. fassbinder öldükten sonra videosunda bulunan filmdir de aynı zamanda.

20000 years in sing sing - 1 favorites -
filmde ikinci dünya savaşı’nda fransız direnişçilerin durumu ya da halet-i ruhiyesi anlatılıyor. burada durum kelimesi önemli. zira her ne kadar savaş yıllarındaki direnişi anlatan bir film olsa da, 150 dakika boyunca direnişçilerin eylemine ya da alman’larla çatışmaya girdiğine şahit olmuyoruz. kendisinin de üyesi olduğu bir örgütü anlatan melville’in ilk elde bu tavrı oldukça dikkat çekici; yani bu bir ajitasyon sineması ya da kahramanlık hikayesi değil, ki sanırım bu özelliği bile filme sinema tarihinde hatırı sayılır bir konum kazandırıyor. onun ötesinde bu sıkıntılı süreci uzun ve sessiz planlarla seyircisine de hissettirmeyi amaçlamış gibi bir çıkarımın da abes olduğunu söylemek lazım, zira film direnişin çok farklı bir tarafına da eğiliyor: direnişçilerin kimlikleri. hepsi birer ‘geçmişi olmayan adam’ olan bu insanlar adeta direniş esnasında kendilerine yeniden hatıralar oluşturuyorlar ki bir direnişçinin ölüme yaklaştığı bir sahnede aklından geçenlerin ailesinden ya da sevdiklerinden ziyade direniş hatıraları olması ve diğer bir direnişçinin yakalanıp sorgulandığı bir sahnede ismini vermezsen isimsiz olarak öleceksin tehdidi bu anlamda manidar görünüyor; ayrıca filmin çeşitli sahnelerinde direnişçileri geçmişe bağlayan nesnelerin nihayetinde yaşanacakların müsebbibi olması yine bu duruma işaret bir başka nokta.

melville için direniş nedir? filmin bunu temel alarak hikâyesini kurguladığını söyleyemeyiz, en azından ortada aleni bir mesaj yok. ancak filmin genelinde gördüğümüz karakterler hatıralarını geride bırakmaya kendilerini zorlarken aslında yeni bir mahiyete büründüklerinin farkındalar, adeta bir elbise gibi giyiyorlar direnişçi titrini ve filmde direnişçilerin zaman zaman farklı kimliklere de bürünmek zorunda olduklarını görebiliyoruz. bu kimlik meselesi direniş filmlerinde çok fazla dikkat çeken bir mesele, son zamanlardaki verhoeven’ın zwartboek ve tarantino’nun inglourious basterds’ına baktığımızda yine benzer temalarla karşılaşmak çok da sürpriz değil. ancak army of shadows her şeyiyle benzersiz bir film; gri tonlamalı renk skalasındaki muhteşem görselliği, poker face oyunculuğu ile lino ventura ve belki de sinema tarihinin en önemli adamlarından biri jean pierre melville yönetiminde bir sinema olayı; şimdilerde izlediğimiz bol muhabbetli, 2 saniye plan ortalamalı, gürültülü filmlerden değil, her saniyenin tadını çıkardığınız bir güzel film.

l'armee des ombres - 4 favorites -