jimi the kewl

şeker abi (603)

Mayıs 2004 - 11501 Entry - 1403 Follower - 1 Following
klasik filolog
Last Entrys:
"sunt lacrimae rerum..." (vergilius, aeneis 1.462)
https://www.youtube.com/watch?v=5ym6viyhjis

sunt lacrimae rerum - 1 favorites -
latince öğrencilerine, isim ve fiil çekimlerinde yardımcı olması için oluşturduğum isim ve fiil çekim gpt’sinin güncel versiyonunu paylaşmak istiyorum. arama kısmına, doğrudan isim veya fiili yazmanız yeterlidir. örneğin "mensa", "amo", vb.

link: https://chatgpt.com/…latince-isim-ve-fiil-cekimleri

latince - 14 favorites -
yeni çevirisi çıkmıştır: seneca, tanrısal öngörü üzerine ve ruh dinginliği üzerine

link: https://www.iskultur.com.tr/…inginligi-uzerine.aspx

bu çevirideki tanrısal öngörü konusuyla ilgili olarak şu yayınlarına bakılabilir:

"yeni çevirim çıktı: seneca, tanrısal öngörü üzerine - ruh dinginliği üzerine" https://www.youtube.com/watch?v=iaxrus_qce8

"roma ve stoa bağlamında: biraz providentia, biraz aeternitas..." https://www.youtube.com/watch?v=jao4z719mwa

"seneca ve tanrısal öngörü (neden iyi insanların başına kötü şeyler geliyor?)" https://www.youtube.com/watch?v=-uq7lo3p66c&t=12s

"stoacı yaşam felsefesi: tanrısal öngörü" https://www.youtube.com/watch?v=vqolj-kagwe

"biraz latince, biraz stoacı tanrısal öngörü (c. cengiz çevik ve oğuz albayrak)" https://www.youtube.com/watch?v=_itcp6u_2ni

stoacı kader anlayışı ("kader varsa, felsefe ne işime yarar?") https://www.youtube.com/watch?v=p8qglvy9ifi

ayrıca hasta galatasaraylıdır, galatasaray kazanınca sevinir, elli defa üst üste galatasaray yazabilir.

c. cengiz çevik - 8 favorites -
mevsimine yakışmayan, bunaltıcı, koyu gri bir günün akşamında, evde otururken telefon çaldı. babam arıyordu.

telefonu açtım, başka bir ses. polis memuruymuş, karşıdan karşıya geçerken babama araba çarpmış, telefonu ve cüzdanı onlardaymış, babamı apar topar kadıköy'de bir özel hastaneye kaldırmışlar, acil gelmemizi istiyorlarmış. sadece kısaca "hadi ya" diyebildim.

telefonun ucunda başka bir ses olduğunu anlar anlamaz oturduğum yerden kalkmıştım zaten. hemen hazırlanmak için yatak odasına geçtim. bir yandan giyinirken polis memuruna "bilinci yerinde mi?" diye sordum. "kapalı" cevabını aldım.

telefonu kapadım, tam annemi arayacakken, o beni aradı. meğer, onu da kazaya tanık olan başka biri aramış. sözleştik, hemen gittim onu ve ablamı alarak hastaneye gittik.

acil kalabalıktı, ilk defa böyle bir şey yaşıyordum. babamın yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordum. bizi ilk kontrolü yapan doktorun odasına aldılar. "durumu kritik" dedi. ne yapacağımı ve ne yapacağımızı bilmiyordum. sonra, bir ara hastaneye getirildiğinde babamın üzerindeki kıyafetlerin bulunduğu hastane torbasını verdiler, çok ağırdı. daha da ağırı, poşedin içindeki küçük bir çıtçıtlı poşedin içindeki babamın alyansıydı. anneme nasıl veririm bunu diye düşündüm.

o gece hemen ablamla babamın yattığı yere girdik. hayatımın en mutsuz anlarından biriydi, güçlü kalacağıma dair içten kendime söz versem de, bilincinin kapalı olduğunu bilmeme rağmen, "baba biz geldik" diyebildim, gerisini sustum, konuşamadım, çocukluğuma döndüm. çocukken ağladığımda boğazım düğümlenirdi, aynısını yaşadım, çok uzun yıllar sonra ilk defa oldu bu. odanın dışına çıktığımda gözlerim yaşlı, boğazım düğümlüydü, sadece yere bakabiliyordum.

ertesi gün, sonra yine ertesi gün, adım adım yakınlar geldi, ailemiz, akrabamız, arkadaşlarımız, babamızın yakınları, herkes öğrendi. her gün hastaneye gittik. son durumunu öğrenmek istedik. babamın gözleri, bir haftanın sonunda, küçük bir kafatası içinden kan alma operasyonundan sonra açıldı, açıldı ama bizi tanımıyordu, kısık da olsa gözleriyle anlamsız bir şekilde bakıyordu. bu da çok ağırdı. doğduğun andan itibaren seni tanıyan baban, seni tanımamaya başlamıştı. kendinde değildi, her girdiğimizde bir şeyler söylüyorduk zar zor ama o bizi hiç anlamıyordu.

kırıkları vardı, ortopedi ameliyatlarını olması gerekiyordu. ne yazık ki, polislerin apar topar getirdiği özel hastanede kırık ameliyatı acilden girişin sağladığı imkanlara dahil değilmiş. ekonomik açıdan karşılayamayacağımız için devlet hastanesine sevkini istedik. hastane de zaten babamdan ve her gün gelip durum soran bizden kurtulmak istiyordu. bu konuyu burada daha fazla açmayacağım. sadece devlet hastanesine sevk edildiği akşam yaptıkları, insan sağlığına aykırı büyük ahmaklıktan söz edeceğim: özel hastane babamı ambulansla devlet hastanesine gönderdiği halde çıkışını yapmamışlar, babam yaklaşık 2 saat boyunca devlet hastanesinin koridorlarında sedyede yattı, onlar çıkışı yapmadan bunlar girişi yapamıyormuş. söylenecek şeyleri kendime saklıyorum.

babam devlet hastanesine nakledildikten sonra yoğun bakımdayken enfeksiyon başladı. önce akciğeri buğulandı, sonra böbrekleri yetersiz gelmeye başladı, sürekli diyalize bağladılar, entübe vaziyetteyken boğazına delik açtılar (trakeostomi) en azından ağzındaki yaralar geçsin diye. bu süreçte babam diğer taraftakine göre daha da kötüleşti, orada en azından gittiğimizde bazen gözleri açık oluyor ve kayıtsız da olsa bize bakabiliyordu, tepki veremiyordu ama bakıyordu. babam burada bakışını da yitirdi, sürekli uyutmaya başladılar.

bu arada her sabah uyandığımda, enabıza yüklenen tahlilleri ve varsa çekilen filmleri kontrol ediyordum, sonuçları yapay zekaya yorumlatıyordum. durumun daha kötüye gittiğini söylüyordu her defasında. doktorlar bu kadar karamsar değildi, sadece belli belirsiz konuşuyorlardı.

bir gece, çoğu gece olduğu gibi, vergilius'un aeneis destanıyla meşguldüm. yoruldum. üzerinde durduğum dizelere dair jstor'da bir literatür taraması yapıyordum. kayda geçsin diye, şu ve altındaki twiti attım: https://x.com/…mithekewl/status/1970620702370750635

üzerinde durduğum dizeler şunlardı:

aeneis 10.467-469:

---stat sua cuique dies, breve et inreparabile tempus
omnibus est vitae; sed famam extendere factis,
hoc virtutis opus.

şöyle çeviriyorum:

"---bellidir her faninin kendi günü, kısa ve geri sarılamaz süresi
herkesin yaşamının; fakat ünü eylemlerle arttırmak,
işte budur erdemin işi."

gece saat 2'ye geliyordu, yorulduğum için yatağa geçtim ve bir şeyler okuyup uyumak istedim. fazla dayanamadan uykuya dalmışım. yarım saat uyudum uyumadım, telefon çaldı. uyku sersemi olsam da, anladım sanki, tam hatırlamıyorum. ekranda hastanenin adı yazıyordu. arayan kişi bir ara babamın kalbinin durduğunu ve ellerinden geleni yaptıklarını ve acilen hastaneye gelmemiz gerektiğini söyledi. "tamam" dedim bu sefer, "geliyoruz". hemen ablama haber verdim, atladım arabaya, hastaneye koyuldum.

gece, sabaha karşı ne güzeldir araba kullanmak, yollar boştur, hemen gidersin gideceğin yere. babam da öyle gitmiş meğer. hastaneye vardığımda ablam ve erkek arkadaşı çoktan gelmiş, yoğun bakım ünitesinin önünde doktoru bekliyorlardı. her şey bazen fazlasıyla sinematografiktir. acilin önündeki kalabalık, yoğun bakım ünitesinin önündeki sandalyelerde uyuyanlar, elektrik cızırtısı sesi, uzaktaki seslerin yankılandığı koridorlar... kapı açıldı, doktor geldi. öğlenden beri babamın durumunun kötüleştiğini anlattı, sonra bir ara kalbinin durduğunu, bilmemne değerlerinin yükseldiğini, bilmemne değerlerinin azaldığını, ellerinden geleni yaptıklarını söyledi.

son olarak babamızı kaybettiğimizi söyledi.

hayatımın en kötü anıydı. 48 gündür kendimi bir şeylere hazırlıyordum ama anladım ki, ne olursa olsun insan hazırlanamıyor. düşünceler insanı iyileştirmiyor, anlamak yetmiyor, ötesine geçip yaşaman da gerekiyor ve zamanın küllendirmesi elbette!

babam henüz yoğun bakımdayken, bir gece, çoğu gece gibi, balkonda oturup göğü seyrediyor ve babamı düşünüyordum. "acaba babamın zihni, belleği şu an nerede?" diye düşünüyordum. yıldızlarla babam ve zihni arasında bir bağlantı kurdum, yıldızları görüyorum ama onlara yakın değilim, babamı görüyorum ama zihni çok uzaklarda.

artık babamın bedeni de çok uzaklarda. hastane morgundan, memleketindeki hastanenin morguna götürdük, insan canından çok sevdiği babasına bütün bu olan biteni konduramıyor. 48 gün boyunca "babama kıyamıyorum" dedim, defnedeli 2 gün oldu, hala kıyamıyorum. onu mezara ellerimle indirdim, kimse olmasa ve ritüellerin can sıkıcı hızı mani olmasa, son bir kere sarılırdım ama nafile, neye yarardı ki, babam aslında yıldızlar kadar uzakta.

vergilius'un dediği gibi, "insanın kısa ve geri sarılamaz yaşam süresi...", sen o süreyi bize ayırdın. yaşam devam ediyor. sen benim canımsın baba, seni her zaman en güzel hallerinle, bana, bize ve tüm tanıdıklarına karşı duyduğun o karşılıksız sevgiyle hatırlayacağım.

not: baş sağlığı mesajını ileten tüm dostlara teşekkür ederim. dostlar sağ olsun.

babanın ölmesi - 101 favorites -
ülke gibi, galatasaray da kötü yönetiliyor. okan buruk ve kaliteli futbolcuların başarısının ve taraftarın muazzam manevi/maddi desteğinin arkasına saklanan dünyadan habersiz, iş bilmez cahil yöneticiler kadar onları orada tutan, yeterince "demokratik" tazyiği uygulamayan divan ve üyeler de hatalıdır.

galatasaray kulübü potansiyeli ölçüsünde büyüyüp gelişemiyor. ne yazık ki, sorun zihniyet sorunudur. bu zihniyet sorununun birçok yönü vardır, bunlardan biri de üyelik sistemidir.

bazılarının dediği gibi, mektep (lise) veya ona bağlılık değil, onu kullanarak galatasaray'ı dar bir çevrede tutmaya çalışan mektepliler (liseliler) ve bir şekilde kulübün içine girmiş ama kulüple, sporla, vs. hiçbir alakası olmayan insanlardır.

öyle aileler var ki, sırf sülaleden biri mektepte birkaç sene okudu diye, topyekun üye olmuş. kulüp içinde, karı-koca, oğul, kız evlat, torun, hepsi galatasaray üyesi olmuş, ne toplantılara gelirler, ne sorumluluk üstlenirler, aksine galatasaray'a maddi ve manevi hizmet edebilecek galatasaraylıların kulübe üye olmasını engellerler.

diğer kulüpler gibi üyeliği ayağa düşürmemek lazım, bunu istiyor değilim. kongre ve kongrecilik, kurul oluşturma, üyelikle iç denetimi sağlama, eleştiri kültürüne dayalı bir sistem kurma ciddi bir iştir ama en azından galatasaray'ın tarihine ve gelecek vizyonuna yakışacak bir orta yol bulunabilir, bir düzenleme yapılabilir. ama bu konforlu bir şekilde galatasaraylılığın nimetlerinden yararlanan dar bir kesimin işine gelmez. aksi halde kendilerine aristokratik gelen, aslında oligarşik bir nitelikle şekillenen, kapalı bir cemiyetin parçası olma psikolojisi ve imajı sarsılır, bunu istemezler.

üzücü olan şu ki, bu "sülalecek üyeler", "ailecek üyeler" arasında başka takımları tutanlar bile var. galatasaray'a hizmet için üyelik sisteminde daha önce çekirdek ailesinde ve yakın akrabalarında üye olmama koşulunun getirilmesi gerek, dahası mektep'teki tüm öğrencilere değil, sadece başarılı olmuş öğrencilere üyeliğin kapısı açılmalı.

bu yüzden sosyal medyada çoğunlukla taşkın bir şekilde, kimileyin dijital vandallığa bile varan taraftar yangınlarını bu açıdan önemli buluyorum. şaka gibi, ama bu bir nebze demokratik bir isyandır, en azından üyelikle, makamla, vs onurlandırılmamış, sıradan gassaray sevdalıları, içeridekilerin olmayan tazyiğinin yerini tutan daha geniş bir kesimin sahici duygu ve düşüncelerini yansıtıyor.

konuyu yeniden demokrasiye getirdim, çünkü galatasaray'ın tarihi aynı zamanda demokrasiyi önemseme ve yüceltme tarihidir.

tarihten kopamayız, galatasaray ve galatasaraylılar tarihle yaşar, hatta cemal süreya meşhur “galatasaraylı” yazısında şöyle der:

“galatasaraylı geçmişiyle fazlaca övünür. ve geçmişi, mutlaka okula bağlar… galatasaraylı geçmişe sahip olmak için çok şey yapabilir. hakkıdır da.”

o halde yine geçmişe bakalım.

kulübün başkanı ali haydar barşal (1880 - 1958) 17 şubat 1934 tarihli vakit gazetesinde de yayınlanan kongre konuşmasında şöyle der:

“galatasaray, memleket, saltanat ve istibdat idaresinin tazyiki altında yaşadığı bir zamanda, türk unsuru arasında sporun intişar ve terakkisine çalışan en eski ve en kıdemli spor teşekkülüdür. o zamanları görenler bilirler ki, padişahlık devrinde, klüp teşkil etmek şöyle dursun, iki üç kişinin bir araya gelmesi bile şiddetle memnudu. bir evde toplanıp sohbet eden dört beş arkadaş en şedit cezalara çarpılır, sürgünlere gönderilirdi. buna rağmen, büyük bir cesareti medeniye sahip olan galatasaraylı ağabeylerimiz, bir klüp tesisinden çekinmediler ve şimdi hepimizin göğsünü iftiharla kabartan bu güzel yurdu kurdular fazla olarak kulübümüze, tamamen demokratik bir idare şekli verdiler.

işte arkadaşlar, galatasaray’ın en büyük kuvveti buradadır, idare şeklinin demokrasiye uygun olmasındadır. bir veya birkaç kişinin tahakkümü ile değil, en gencinden en ihtiyarına varıncaya kadar bütün kulüp azasının reyleriyle idare edilmesindedir. kulübümüzün, memleketin bugünkü demokratik idaresine muvafık bir usul ve nizamname ile idare edilmekte olmasından biz galatasaraylılar, büyük bir iftihar duyarız.

galatasaray’da ben yok, biz varız.”

galatasaray, mektebe dayanan (ne yazık ki oligarşik bir zihniyetle suistimal edilen) aristokratik yönünün yanı sıra, gerçekten de idare şeklinin demokrasiye uygun olması açısından diğer kulüplerden ayrılır. ancak bu son senelerde aşındı, ülkenin durumuyla paralel bir aşınma bu.

galatasaray’ın 3 sezonluk başarısına rağmen, yine de o eski demokratik reaksiyonunu göstermesi ve profesyonellikten uzak yönetiminden de, yukarıda bahsettiğim üyelik sistemine de yansıyan oligarşik tutumundan da kurtulması gerekiyor.

galatasaray - 3 favorites -
ailemizin eski fotoğraf albümünü karıştırırken galiba 77 model olan, ilk arabamız kırmızı murat 131'in sürücü kursunda çekilmiş bir fotoğrafını buldum. ekşi'de paylaşmak istedim. daha sonra, altunizade'deki araba pazarında satmış, 2 yaşında 92 model bir şahin almıştık. bundan sonra şahin, ultra lüks bir araba gibi gelmişti.

zamanına göre ne kadar iyiydi, ne kadar kötüydü, hatırlamıyorum ama murat 131 bizi baya taşımıştı. sevimli bir hali vardı.

görsel
https://cdn.eksisozluk.com/2025/8/26/e/eq09djdo.jpg

murat 131 - 1 favorites -
latinceciler için bir sorun yok gibi görünüyor, zira ikisi de latince kökenli.

"temporary" "zaman, süre, vs." anlamındaki "tempus"a dayanıyor ve bu isimden türemiş olan "temporarius," sıfatı vardır ve bu sıfat "zamana, süreye ilişkin, ait, bağlı olan, vs." anlamındadır. herhangi bir şeyin, zamana bağlı olarak gerçekleşip son bulduğu anlamını içerir. "temporary" de işte bu "temporarius" sıfatının öz evladıdır.

"permanent" ise yine latincedeki "permanere" fiiline dayanıyor, bu fiil "kalmak, devam etmek, sürmek, vs." anlamındadır, ki bu fiil de aslında "per" edatı ile yine "kalmak" anlamındaki "manere" fiilinin birleşiminden oluşmuştur. "permanent", "permanere" fiilin praesens participium'u (şimdiki zaman ortacı) olan "permanens"in öz evladıdır, "kalan, devam eden, süren, vs." anlamındadır.

seneca'dan (ep. 76.19) bir cümleyle kapatalım:

"virtus sola permanet tenoris sui."
"sadece erdem kendi çizgisinde/rotasında kalıcıdır."

temporary ile permanent'ı karıştırmak - 12 favorites -
"roma imparatorluğu neden yıkıldı?"
https://www.youtube.com/watch?v=oo2ufw_mu7g

roma imparatorluğu - 3 favorites -
gapminder vakfı'nın yürüttüğü, farklı ülkelerdeki ailelerin yaşamlarını belgeleyen dollar street projesinin web sitesinde gezinirken fildişi sahili'ndeki fakir bir aileye mensup bir çocuğun üzerinde gassaray formasını gördüm.

bu arada proje ilginç, sitesi arada gezilmeli. arada unutanlara "ne insanlar, ne hayatlar var be" dedirtir.

https://www.gapminder.org/…5d4bf0e5cf0b3a0f3f355af2

galatasaray - 4 favorites -
gassaray'la ilgili kötü konuşan herkesi keyifle engelleyen birisi gibi görünüyor, bundan bilhassa haz duyuyor bile olabilir. hem şampiyonluğun hazzı hem de engellemenin hazzı, bu adam kesin hedonist, bunun başka bir açıklaması olamaz. bu satırları okurken bile üzerinde sarı kırmızı tişört olabilir. kendisini kınıyorum ama takip etmekten de vazgeçemiyorum, gölgesi gibi bir şeyim, yazıklar olsun.

c. cengiz çevik - 2 favorites -