mevsimine yakışmayan, bunaltıcı, koyu gri bir günün akşamında, evde otururken telefon çaldı. babam arıyordu.
telefonu açtım, başka bir ses. polis memuruymuş, karşıdan karşıya geçerken babama araba çarpmış, telefonu ve cüzdanı onlardaymış, babamı apar topar kadıköy'de bir özel hastaneye kaldırmışlar, acil gelmemizi istiyorlarmış. sadece kısaca "hadi ya" diyebildim.
telefonun ucunda başka bir ses olduğunu anlar anlamaz oturduğum yerden kalkmıştım zaten. hemen hazırlanmak için yatak odasına geçtim. bir yandan giyinirken polis memuruna "bilinci yerinde mi?" diye sordum. "kapalı" cevabını aldım.
telefonu kapadım, tam annemi arayacakken, o beni aradı. meğer, onu da kazaya tanık olan başka biri aramış. sözleştik, hemen gittim onu ve ablamı alarak hastaneye gittik.
acil kalabalıktı, ilk defa böyle bir şey yaşıyordum. babamın yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordum. bizi ilk kontrolü yapan doktorun odasına aldılar. "durumu kritik" dedi. ne yapacağımı ve ne yapacağımızı bilmiyordum. sonra, bir ara hastaneye getirildiğinde babamın üzerindeki kıyafetlerin bulunduğu hastane torbasını verdiler, çok ağırdı. daha da ağırı, poşedin içindeki küçük bir çıtçıtlı poşedin içindeki babamın alyansıydı. anneme nasıl veririm bunu diye düşündüm.
o gece hemen ablamla babamın yattığı yere girdik. hayatımın en mutsuz anlarından biriydi, güçlü kalacağıma dair içten kendime söz versem de, bilincinin kapalı olduğunu bilmeme rağmen, "baba biz geldik" diyebildim, gerisini sustum, konuşamadım, çocukluğuma döndüm. çocukken ağladığımda boğazım düğümlenirdi, aynısını yaşadım, çok uzun yıllar sonra ilk defa oldu bu. odanın dışına çıktığımda gözlerim yaşlı, boğazım düğümlüydü, sadece yere bakabiliyordum.
ertesi gün, sonra yine ertesi gün, adım adım yakınlar geldi, ailemiz, akrabamız, arkadaşlarımız, babamızın yakınları, herkes öğrendi. her gün hastaneye gittik. son durumunu öğrenmek istedik. babamın gözleri, bir haftanın sonunda, küçük bir kafatası içinden kan alma operasyonundan sonra açıldı, açıldı ama bizi tanımıyordu, kısık da olsa gözleriyle anlamsız bir şekilde bakıyordu. bu da çok ağırdı. doğduğun andan itibaren seni tanıyan baban, seni tanımamaya başlamıştı. kendinde değildi, her girdiğimizde bir şeyler söylüyorduk zar zor ama o bizi hiç anlamıyordu.
kırıkları vardı, ortopedi ameliyatlarını olması gerekiyordu. ne yazık ki, polislerin apar topar getirdiği özel hastanede kırık ameliyatı acilden girişin sağladığı imkanlara dahil değilmiş. ekonomik açıdan karşılayamayacağımız için devlet hastanesine sevkini istedik. hastane de zaten babamdan ve her gün gelip durum soran bizden kurtulmak istiyordu. bu konuyu burada daha fazla açmayacağım. sadece devlet hastanesine sevk edildiği akşam yaptıkları, insan sağlığına aykırı büyük ahmaklıktan söz edeceğim: özel hastane babamı ambulansla devlet hastanesine gönderdiği halde çıkışını yapmamışlar, babam yaklaşık 2 saat boyunca devlet hastanesinin koridorlarında sedyede yattı, onlar çıkışı yapmadan bunlar girişi yapamıyormuş. söylenecek şeyleri kendime saklıyorum.
babam devlet hastanesine nakledildikten sonra yoğun bakımdayken enfeksiyon başladı. önce akciğeri buğulandı, sonra böbrekleri yetersiz gelmeye başladı, sürekli diyalize bağladılar, entübe vaziyetteyken boğazına delik açtılar (trakeostomi) en azından ağzındaki yaralar geçsin diye. bu süreçte babam diğer taraftakine göre daha da kötüleşti, orada en azından gittiğimizde bazen gözleri açık oluyor ve kayıtsız da olsa bize bakabiliyordu, tepki veremiyordu ama bakıyordu. babam burada bakışını da yitirdi, sürekli uyutmaya başladılar.
bu arada her sabah uyandığımda, enabıza yüklenen tahlilleri ve varsa çekilen filmleri kontrol ediyordum, sonuçları yapay zekaya yorumlatıyordum. durumun daha kötüye gittiğini söylüyordu her defasında. doktorlar bu kadar karamsar değildi, sadece belli belirsiz konuşuyorlardı.
bir gece, çoğu gece olduğu gibi, vergilius'un aeneis destanıyla meşguldüm. yoruldum. üzerinde durduğum dizelere dair jstor'da bir literatür taraması yapıyordum. kayda geçsin diye, şu ve altındaki twiti attım:
https://x.com/…mithekewl/status/1970620702370750635üzerinde durduğum dizeler şunlardı:
aeneis 10.467-469:
---stat sua cuique dies, breve et inreparabile tempus
omnibus est vitae; sed famam extendere factis,
hoc virtutis opus.
şöyle çeviriyorum:
"---bellidir her faninin kendi günü, kısa ve geri sarılamaz süresi
herkesin yaşamının; fakat ünü eylemlerle arttırmak,
işte budur erdemin işi."
gece saat 2'ye geliyordu, yorulduğum için yatağa geçtim ve bir şeyler okuyup uyumak istedim. fazla dayanamadan uykuya dalmışım. yarım saat uyudum uyumadım, telefon çaldı. uyku sersemi olsam da, anladım sanki, tam hatırlamıyorum. ekranda hastanenin adı yazıyordu. arayan kişi bir ara babamın kalbinin durduğunu ve ellerinden geleni yaptıklarını ve acilen hastaneye gelmemiz gerektiğini söyledi. "tamam" dedim bu sefer, "geliyoruz". hemen ablama haber verdim, atladım arabaya, hastaneye koyuldum.
gece, sabaha karşı ne güzeldir araba kullanmak, yollar boştur, hemen gidersin gideceğin yere. babam da öyle gitmiş meğer. hastaneye vardığımda ablam ve erkek arkadaşı çoktan gelmiş, yoğun bakım ünitesinin önünde doktoru bekliyorlardı. her şey bazen fazlasıyla sinematografiktir. acilin önündeki kalabalık, yoğun bakım ünitesinin önündeki sandalyelerde uyuyanlar, elektrik cızırtısı sesi, uzaktaki seslerin yankılandığı koridorlar... kapı açıldı, doktor geldi. öğlenden beri babamın durumunun kötüleştiğini anlattı, sonra bir ara kalbinin durduğunu, bilmemne değerlerinin yükseldiğini, bilmemne değerlerinin azaldığını, ellerinden geleni yaptıklarını söyledi.
son olarak babamızı kaybettiğimizi söyledi.
hayatımın en kötü anıydı. 48 gündür kendimi bir şeylere hazırlıyordum ama anladım ki, ne olursa olsun insan hazırlanamıyor. düşünceler insanı iyileştirmiyor, anlamak yetmiyor, ötesine geçip yaşaman da gerekiyor ve zamanın küllendirmesi elbette!
babam henüz yoğun bakımdayken, bir gece, çoğu gece gibi, balkonda oturup göğü seyrediyor ve babamı düşünüyordum. "acaba babamın zihni, belleği şu an nerede?" diye düşünüyordum. yıldızlarla babam ve zihni arasında bir bağlantı kurdum, yıldızları görüyorum ama onlara yakın değilim, babamı görüyorum ama zihni çok uzaklarda.
artık babamın bedeni de çok uzaklarda. hastane morgundan, memleketindeki hastanenin morguna götürdük, insan canından çok sevdiği babasına bütün bu olan biteni konduramıyor. 48 gün boyunca "babama kıyamıyorum" dedim, defnedeli 2 gün oldu, hala kıyamıyorum. onu mezara ellerimle indirdim, kimse olmasa ve ritüellerin can sıkıcı hızı mani olmasa, son bir kere sarılırdım ama nafile, neye yarardı ki, babam aslında yıldızlar kadar uzakta.
vergilius'un dediği gibi, "insanın kısa ve geri sarılamaz yaşam süresi...", sen o süreyi bize ayırdın. yaşam devam ediyor. sen benim canımsın baba, seni her zaman en güzel hallerinle, bana, bize ve tüm tanıdıklarına karşı duyduğun o karşılıksız sevgiyle hatırlayacağım.
not: baş sağlığı mesajını ileten tüm dostlara teşekkür ederim. dostlar sağ olsun.