savoir vivre, fransızca 'yaşamayı bilmek' ve 'yaşama sanatı' anlamlarına gelen bir sözdür.
bu kavram aynı zamanda:
- görgü ve nezaket kuralları,
- incelik ve zarafet,
- kabul görmüş toplumsal davranış biçimleri,
- iyi yaşam zevki,
gibi anlamlar da taşır.
günümüzde 'savoir vivre' kalıbının bazı bağlamlarda üst tabakaya mensup, yüksek kültür ve lüks ile ilişkili grupların yaşam tarzlarını ifade etmek için kullanıldığı da görülebilir.
türkçe karşılığı 'yaşamayı bilmek', italyanların '
dolce vita' yani 'tatlı hayat' kavramı benzeri zevk içinde geçen hayat çağrışımı yapar. italya, sanat, tarih, mutfak ve büyüleyici manzaralarıyla tanınan, zarafet ve keyif sembolü bir ülkedir. italya'yı özel kılan unsurlardan biri de la dolce vita, yani 'tatlı hayat' felsefesidir. bu yaşam tarzı, hayatın güzelliklerini kutlamayı, sadeliğin keyfini çıkarmayı ve her anı dolu dolu yaşamayı teşvik eder.
almanca '
lebenskunst' kelimesi de yaşama sanatı anlamına gelse de, kişinin varoluşla başa çıkması gibi daha felsefi bir kavram ve uçlarda ise zor, kritik ve varoluşsal sıkıntılı durumlarda hayatta kalma, uyum sağlama ve özdenetim anlamlarına da gelen daha karmaşık bir kavramdır.
fransızca 'savoir vivre' ise, belki de sınırları hem kuzeyde kuzey denizi'ne, hem de güneyde akdeniz'e dayanması ile daha
dengeli bir karakter ortaya koyar.
1789
fransız devrimi'nin ardından, insan haklarını korumak amacıyla yayımlanan fransız
insan ve yurttaş hakları bildirgesi de bu topraklardan çıkarak hayattaki hak ve özgürlüklerin öneminin simgesi olmuştur. fransa cumhuriyeti'nin temellerini oluşturan liberté (özgürlük), égalité (eşitlik), fraternité (kardeşlik) kavramları da 'savoir vivre' kapsamında savunulması gereken haklar olarak karşımıza çıkar.
özgürlük demişken,
toplum sözleşmesi'nin yazarı
jean-jacques rousseau'nun tanımını anmadan geçmek olmaz. "özgürlük, her istediğini yapmak değil, istemediğini yapmamaktır" demiştir ünlü düşünür.
fransa’da "manuel de savoir-vivre" başlığıyla çıkan pek çok edebi ve didaktik kitap vardır. bunlar 18. ve 19. yüzyılda özellikle burjuva toplumunun görgü ve zarafet kurallarını öğretmek için yazılmıştır.
montaigne tarafından yazılan
denemeler kitabı, doğrudan görgü kitabı olmasa da, yaşamdan zevk alma, ölçülü olma ve insan ilişkilerinde uyum konuları 'savoir vivre' anlayışıyla örtüşür. denemeler’de sık sık şu düşünceyi dile getirir: "en büyük sanat, yaşamayı bilmektir." montaigne'e göre gerçek bilgi, yaşamın tadını ölçülü biçimde çıkarabilmek, ölüme bile dostça yaklaşabilmektir.
farklı filozoflar da yaşamla ilgili fikirlerini eserlerinde dile getirmişlerdir:
sokrates, ünlü sözü "sorgulanmamış bir hayat, yaşamaya değmez" ile yaşamı bilinçli, erdemli ve kendini tanıyarak sürdürmenin önemi vurgulanır.
antik yunan’da
sophrosyne kavramı da ölçülülük ve dengeye yaptığı vurgu ile savoir vivre’in özünü yansıtır.
aristoteles,
eudaimonia ile iyi yaşamı en yüksek amaç olarak tanımlar. ona göre yaşamın sanatı, erdemli bir denge kurmak ve
mesetos (
altın orta) ile mümkündür. bu, hem bireyin mutluluğunu hem de toplumla uyumlu bir yaşamı içerir.
la rochefoucauld ve
la bruyere, toplumsal ilişkilerde incelik, içtenlik ve nezaketin değerini anlatmışlardır. onlara göre savoir vivre, hem kendini tanımanın hem de başkalarının duygularını gözetmenin birleşimidir.
nietzsche, yaşam sanatı fikrini daha radikal biçimde işler: "hayatınızı bir sanat eseri gibi yaratın." ona göre savoir vivre, toplumun dayattığı görgü kurallarına körü körüne uymak değil, kendi değerlerini oluşturarak özgün bir yaşam biçimi yaratmaktır.
michel foucault, 'kendilik kaygısı' (
le souci de soi) kavramıyla, yaşamayı bilmenin etik bir ödev olduğunu vurgular. antik felsefeden esinle, insanın kendi üzerine düşünmesini, kendini şekillendirmesini bir tür 'yaşam sanatı' olarak görür.
albert camus,
sisifos söyleni’nde, yaşamın anlamsızlığını kabul edip yine de hayatı bilinçli ve asilce sürdürmenin önemini anlatır. camus’ye göre 'savoir vivre', hayatın çelişkilerini ve saçmalığını inkar etmek değil, onlara rağmen hayatı kucaklamaktır. hatta neredeyse
inadına yaşamaktır.
bende yarattığı çağrışım ise,
hayatın hakkını vermek gibi bir kavramla özetlenebilir. yani, dünyaya gelmenizin fark yaratması ve iz bırakmaktır. böylece sizin dokunduğunuz insanlardaki fikirleriniz ve etkiniz sizi aşarak devam eder. (bkz:
öz-aşkınlık)
ralph waldo emerson,
leo calvin rosten,
thomas carlyle gibi kişilere atfedilen "hayatın amacı mutlu olmak değil. faydalı olmak, onurlu olmak, şefkatli olmak, yaşamış olmanın ve iyi yaşamış olmanın bir fark yaratmasıdır." sözü de bu noktayı vurgulamaktadır. merak edenler için bu söze en yakın ifade, leo calvin rosten'e aittir.
neden bireysellikten vazgeçip toplum ya da başkalarının esenliği için davranmalıyız? aslında bu kısım çelişkili bir durum değil. eğer
maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisini incelerseniz, kişinin ancak kendi ihtiyaçlarını belirli bir oranda karşıladıktan sonra diğeri ve toplum için fark yaratacak duruma gelebileceğini ve onlarda saygınlık uyandıracağını görürsünüz. ancak bu şekilde kişi ulvi bir amaç uğruna kendini aşabilir ve kendini gerçekleyebilir. belki de modern toplumun sorunu, alt basamaklarda tüketimle oyalanacak bireyler yarattığı için, insanı insan yapan, beraberlik, işbirliği ve toplum yararına aktivitelerden uzaklaşmamızdır.
viktor frankl da kendi gerçekleştirme olgusuna varoluşçu bir bakış açısıyla yaklaşmış ve bu süreci yaşamda bir anlam bulma ile ilişkilendirmiştir. kendini gerçekleştirme kavramı yerine '
kendini aşma' ya da '
öz-aşkınlık' (
self-transcendence) kavramını kullanan frankl’a göre, insanın var oluşunu en üst seviyede anlamlı kılabilmesi büyük ölçüde 'kendini aşma' sürecinde göstereceği başarıya bağlıdır. kendini aşma; insanın, kendinin dışında veya ötesinde bir şeye, bir insana, bir amaca veya inanca yönelmesi; bu uğurda kendini adaması anlamına gelmektedir.
bazen görgü kuralları kavramıyla eş anlamlı gibi kullanılsa da, 'savoir vivre' daha geniştir. hem dış dünyaya karşı saygılı ve zarif olmayı, hem de bireyin kendi yaşam kültürünü geliştirmesini kapsar.
burada
pierre bourdieu tarafından tanımlanan sermaye kavramına varırız. bourdieu, fiziksel, kültürel, sosyal ve sembolik sermaye olarak dört tip tanımlama yapar.
fiziksel sermaye, paramız ve sahip olduğumuz fiziksel varlıklar gibi alanları kapsar.
kültürel sermaye, bilgi birikimi, düşüncelerimiz ve yaratıcılığımız gibi alanlara dokunur.
sosyal sermaye, ailemiz, ilişkilerimiz ve çevremizdeki insanları kapsar.
sembolik sermaye ise niteliklerimiz ve saygınlığımızdır. biz
zenginlik diyince hep fiziksel sermayeyi aklımıza getiririz. oysa ki tüm bu sermayelerin, yani birikimlerin toplamı bizim zenginliğimizdir. ama iyi bir haberim var. bu sermaye türleri birbirleri arasında belirli bir oranda dönüştürülebilir. eğer tüm hayatımızı belirli bir sermaye türüne odaklarsak diğerleri eksik kalır. işte bence gerçek 'savoir vivre', genel anlamda hayatın tüm boyutları ve yönleri arasında bir
dengeyi bulabilmektir.
kaynak:
https://www.leajourneys.com/…-tatli-yasam-felsefesihttps://de.wikipedia.org/wiki/lebenskunsthttps://quoteinvestigator.com/2014/11/29/purposehttps://www.umitakcakaya.com/…rankl-ve-kendini-asma