fictionel

hippi (426)

Eylül 2004 - 973 Entry - 50 Follower - 24 Following
Last Entrys:
izleyeli epey oldu ama yorum yapmak için biraz demlenmesini bekledim. öncelikle bu filmi yorumlamadan önce irishman’in scorsese için ne gibi özel anlamlar ifade ettiğini anlamaya çalışmak lazım. mesela bu hikaye neden 15 seneye yakın zamandır çekilemiyor. gerçekten sorun bütçe mi yoksa başka şeyler mi?

açıkçası bütçe konusu nedense bana çok inandırıcı gelmiyor. bütçenin büyük kısmının oyuncuları gençleştirmek için kullanılan özel efektlere harcandığını düşünürsek, bu film şayet 15 sene önce çekilseydi böyle bir harcama kalemi en başta olmayacaktı zaten. scorsese’nin o dönem gangs of new york ve the aviator gibi çok daha yüksek bütçeli filmler yaptığı da düşünürsek, irishman için 70-80 milyon dolar bir bütçe bulamayacak konumda olduğu bana pek inandırıcı gelmiyor nedense.

peki neydi asıl sorun? bana göre bu film kasıtlı olarak hep ötelendi ve çekilmek istenmedi. yoksa başında de niro ve scorsese’nin olduğu bir projeye 70-80 milyon bütçe ayırmayacak bir şirket yoktur. affedersiniz bu ikisi “100 dakika tuvalette sıçan bir adam çekeceğiz” deseler yine de o parayı verecek yapımcılar çıkar. irishman’deki asıl problem bana göre tamamen politik.

filmin ilk çıktığı andan itibaren dönen tartışmaları ilgiyle izledim. fakat bu filmin hep benzer kısır bir döngüde değerlendirildiğini gördüm. 3,5 saatlik süresinin o kadar gereksiz şekilde üstünde duruldu ki, filmin yapımcısı netflix bile bu süre üzerinden komik/şakalı tweetler atarak işi sulandırma yoluna gitti. yeri geldi mi arka arkaya 10 bölüm dizi izleyip 7-8 saatini harcayan insanlar, 3,5 saat süren bir filme “çok uzun yaa” diye yorumlar yaptı. üstelik bu eleştiriyi filmi bu sürede sinemada izleme mecburiyeti yokken yaptı. bunun dışında birçok kişi “ustaların sinemaya vedası” gibi biraz kof bulduğum romantik yorumlar yaptı. ama çok az kişi bu filmin politik yönünü tartıştı.

filmin amerika tarihi içerisinde gizli kalmış ve hala günümüzde açığa çıkmamış birçok olaya çok çarpıcı ve kesin yorumu nedense çok üstünde durulan hususlar olmadı. aslında bir anlamda bir dönemin amerika’sının kara kutusu olan frank’in hikayesi bu film. bu karakutunun belli ki özellikle ırak savaşı dönemi 2000’lerin amerika’sında birileri fazla açılmasını istememiş olacak ki, günümüze kadar çekilemedi bu hikaye.

en nihayetinde netflix bu filme çok hatırı sayılır bir bütçe koydu. bu hikaye geç de olsa önümüze düştü. ama keşke netflix öncülüğünde bu şekilde değil de, 2005 yılında sinemada izleseydik bu filmi. 3,5 saat değil de 2 saat 50 dakika olurdu belki ama önümüzde the godfather ile kıyaslanacak bir film olurdu ve scorsese oscarını departed ile değil de irishman ile almış olurdu.

şimdi ne yazık ki bu filmin pazar günü oscarlarda elinin boş dönmesini izleyeceğiz ve üzüleceğiz. bunun başlıca sebebi de her ne kadar bu filmin çekilmesini sağlamışsa da netflix’tir. netflix’in bu projeyi ciddiyetten uzak şekilde pazarlaması, süresi ve oyuncuların yaşı üzerinden dönen goy goylara ortak olması bu filmin ciddiyetini düşürdü ve lobisini zayıflattı. halbuki ırishman, içerisinde üç farklı film barındıran olağan üstü bir hikaye.

birinci bölümde bir gangsterin doğuşunu görüyoruz. tipik bir mafyaya giriş hikayesinden farklı şekilde işleniyor bu. hayatın olağan akışının bir sonucu gibi gösteriliyor frank’in mafya alemine girişi. sanki o yol ona çizilmiş ve o bir şekilde yola girmeye hazırmış gibi en başta.

frank’in ailesine olan düşkünlüğü ama aynı zamanda mesafesi, filmin bu bölümün önemli ayrıntılarından biri. kızının devamlı babasını gözlemlemesi ve onunla iletişim kurma çabası ama frank’in onu görmezden gelmesi bu bölümün çarpıcı noktalarını oluşturuyor. frank sonradan bu davranışlarının bedelini filmin 3.bölümünde ödüyor aslında. az sonra değineceğiz.

ikinci bölümün merkezinde ise hoffa karakterinin devlet ve mafya ile olan ilişkisi yer alıyor. hoffa büyük bir sendikanın başında olan biri olarak, milyarlarca dolar fonu yönetme yetkisine sahip kilit bir adamdır. elbette bu devasa fon yeri geldi mi hem mafyaya hem de devletin iştahını kabartan bir paradır. hoffa her ne kadar ilk başta oyunu kurala göre oynasa da, sonradan ilkeleri doğrultusunda hareket ettiğini ve doğru olanı yapmaya çalıştığını görüyoruz. bu yüzden de hoffa için bıçağın kemiğe dayandığı süreçte başlamış olmaktadır.

ilk bölümde giderek büyüyen ve ikinci bölümde ise önemli bir gangster olarak karşımıza çıkan frank, aynı zamanda hoffa’nın sağ kolu olacaktır. burada hoffa ve frank arasındaki ilişkiye de biraz değinmek lazım; aralarında gerçekten muazzam bir saygı ve sevgi çerçevesinde olan bir arkadaşlık ilişkisi var. frank her ne kadar çoğu zaman russell ile daha yakın gibi görünse de ve russell’ın frank’e olan koruyucu davranışlarına rağmen, frank için hoffa’nın hep ayrı bir yeri var hikayede. frank ve russell arasındaki ilişki daha çok işçi-işveren ilişkisini anımsatırken, frank ve hoffa arasındaki ilişki daha çok abi-kardeş durumunu anımsatıyor. o yüzden malum olayla frank’in bir yarısının kaybolduğunu görüyoruz ve hiçbir şey eskisi gibi olmuyor onun için.

ikinci bölüm scorsese’nin satır aralarında bir dönem amerika’nın ne denli kirli bir sistem içerisinde ilerlediğini dile getirdiği bir bölüm olarak göze çarpıyor. açık açık kennedy’i kimin öldürdüğünü ima ediyor, hoffa’nın akıbetini net şekilde gösteriyor ve karakterlerini dönemin domuzlar körfezi, küba füze krizi, nixon ve watergate skandalı gibi olaylar ile etkileşime sokarak bir dönemin panoramasını çıkartıyor bize. belki birçok insan, “ya kennedy suikastı bu kadar basit değil” gibisinden düşünebilir. ama şu da var; “ya gerçekten bu kadar basitse?”. öte yandan bunu basit görmek de yanlış aslında. o dönemin şartlarında ortada dönen milyarlarca dolar parayı yönetmek isteyen bir mafya ailesinin karşısında kim durabilir? bu abd başkanı bile olsa bir yerde onun infazının kararı bu kadar zor olmaz diye düşünüyorum.

üçüncü bölüm filmin dramatik yapısının zirve yaptığı bölüm olarak karşımıza çıkıyor. bu bölümde tüm o yapılan savaşların, kavgaların anlamsızlığı ve eninde sonunda kaçınılmaz sona hem de yalnız bir şekilde yaklaşıldığı yüzümüze vuruluyor. frank’in en güçlü olduğu dönemde hep görmezden geldiği kızıyla iletişim kurma çabası ve kızının onu keskin bir şekilde geri çevirmesi kuşkusuz filmin özeti gibiydi. tüm o elde ettiğimiz güç ve maddiyatın bize aslında nelere mal olacağını net bir şekilde gösteren bir sahneydi. kızı için aslında frank’den ziyade hoffa bir baba figürüydü ve bir anlamda kızı asıl babasını kaybetmişti orada. frank’in bir önemi kalmamıştı o saatten sonra. scorsese goodfellas ile kurduğu casino ile sürdürdüğü mafya alemine bu bölüm ile bir anlamda sonuca erdirmiş

son olarak en çok aklımda kalan ve efsane gördüğüm sahneleri maddeler halinde belirtmek istiyorum;

- frank ve russell’ın şarapla ekmek yedikleri sahne ve aynı ritüeli yaşlandıklarında yapmak istemeleri ama aynı keyfi alamamaları.
- frank ve russell’ın bakışlarıyla anlaşmaları ve russell’ın tek kelime etmeden italyan gangsteri öldürme emrini bakışlarıyla vermesi.
- frank’in yatak üzerinde silahları eleme yaptığı sahne.
- frank’in hoffa’ya küfür ediyorsun diyip kızıp odadan çıkması.
- russell’ın hoffa’ya “bıçak kemiğe dayandı” derken ki dingin gerilim atmosferi.
- frank’in hoffa’yı öldürmeye giderken yaşadı hüznün gözlerine net şekilde yansıması.
- geride kimse kalmadı halde frank’in konuşmaması
- frank’in belki bir gün bedeninin canlandırılmasını umarak özel bir mezar yeri seçmesi. vs. vs.

daha bunlar gibi nice çok dolu sahneler var ama ben de özellikle etki uyandıranlar bunlar oldu. the irishman, şüphesiz bu yılın benim için net şekilde en iyi filmi. yazının girişinde de uzunca bahsettiğim kimi durumlar filmin belki de yeterince hakkının verilmemesine sebep oldu ama hiçbir şey irishman izlerken ve sonrasında hissettiğim duyguları değiştirmedi. film demlendikçe değer kazandı gözümde. birçok kişiye de zamanla böyle etki edeceğini düşünüyorum.

the irishman - 19 favorites -
seinfeld'da yankees patronu george steinbrenner'ın sesidir. aynı zamanda frank costanza'nın pelerin giyen boşanma avukatıdır.

larry david - 0 favorites -
benzer scream formülünde olsa da, yönetmenlik olarak doğru notalara basan, seyir keyfi yüksek bir scream filmi olmuş.

scream 6 - 1 favorites -
korku türünün sinemada daha saygı duyulan bir hale gelmesinde öncü olmuş ustadır.

wes craven - 2 favorites -
başta sona zımba gibi bir film-noir. kuşkusuz o dönemin kendi türünde filmleri arasında temposu bu kadar hızlı film yok denecek kadar azdır. günümüz aksiyon filmlerini aratmayacak kadar hızlı akan bir kurgudan söz ediyoruz.

james cagney ise filmde çok dev bir performans sergiliyor. yani bu filmin %70'i james cagney desek abartmış olmayız. zaten kendisi özel ve karektiristik bir simaya sahip. bunu bir de oyunculuğu ile birleştirince ortaya cidden şahane bir karakter oyunculuğu çıkıyor.

white heat - 0 favorites -
jules dassin'den çok sağlam bir spor temalı film-noir örneği. yönetmen bu filmde londra'yı adeta filmin bir oyuncusu gibi kullanmayı ve o şehir atmosferinden oldukça çarpıcı anlar yakalamayı başarıyor. şehir içindeki kovalamaca sahneleri yer yer akla the third man'i getiriyor.

harry rolünde richard widmark, filmde adeta harika bir performans çıkartıyor. kimi zaman sempatik davranan bir kurnaz, kimi zaman canının derdine düşmüş telaşlı birisi kimi zaman da duruma hakim ve kendinden emin halleriyle her duyguyu çok iyi şekilde
seyirciye aktarıyor. gregorius rolünde gerçek hayatta da güreşçi olan stanislaus zbyszko'u da unutmamak gerekiyor. ayıboğan ile olan güreş sahnesi harikaydı cidden.

film-noir severlerin es geçmemesi gereken bir film.

night and the city - 1 favorites -
uzun zamandır beni bu kadar ikilemde bırakan bir film izlememiştim. bir yanım filmi sıcak ve samimi bulurken diğer yanım fazla sıradan buldu. bu sıradanlığın sebebi branagh'ın filmi tiyatro vari bir uslupla yönetmiş olmasından kaynaklanıyor.

filmi izlerken tam olarak bir sinema filmi izliyormuş hissine kapılamıyorsunuz. branagh'ın bu anlamda üslubunu hiç beğenmedim. keşke sadece senaryoyu yazıp filmi başkasına yönettirseydi. yine de oyuncuların hoş performansı ve güzel hikayesi ile insanı yakalayan bir yapım olmuş.

belfast - 2 favorites -
baby driver gibi bu filmin de çok şahane bir ilk yarısı var. baby driver için zamanında "edgar wright sonlara doğru senaryodaki yaratıcılığını biraz kaybetmiş" gibi bir yorum yapmıştım. açıkçası bu filmi izlerken de benzer şeyler hissetim. hani soho'nun ikinci yarı gittiği noktaya sıradan ya da klişe demek belki haksızlık olur ama wright'ın biraz kolaya kaçan ve ilk yarı ile çok uyuşmayan tercihlerde bulunduğunu söylemek lazım.

kendi adıma gördüğüm bu aksak yönüne rağmen filmin edgar wright'ın artık iyice ustalaştığı dinamik kurgusu ve yönetmen işçiliği ile yine çok üst düzey bir seyir zevki yaşatıyor. öte yandan yönetmen bu filmiyle giallo türüne de yoğun bir saygı duruşunda bulunduğunu eklemek lazım. kimi zaman mario bava ve sergio martino gibi giallo ustalarını akla getiren anlar fazlasıyla mevcut.

last night in soho - 0 favorites -
usta yönetmen jane campion'un baştan sona adeta filmde örülen halat gibi ilmek ilmek işlediği ve nihayete erdirdiği sıra dışı bir western hikayesi. yönetmen bölümlere ayırarak anlattığı hikayesinde her geçen adımda bizi karakterler hakkında şaşırtmayı ve bize onlar hakkında farklı bilgiler sunmayı başarabiliyor.

öykünün ana damarını oluşturan dört farklı karakter var ve her birinin filmde eşit derece önemi var. maddeler halinde kısaca karakterlere bakacak olursak;

-benedict cumberbatch'in canlandırdığı kadın düşmanı bir kovboy olan phil, geçmişinde yaşadığı tutkuyu unutamamış ve seneler sonra hala o duyguya ulaşmaya çalışan birini canlandırıyor. kadın düşmanlığı ve toksik erkliği ise onun asıl karakterinin bir çeşit kamuflajı işlevi görüyor.

-phil'i ilk başta çok ezdiği ama daha sonra ona yakınlık gösterdiği peter ise phil'in aksine kendini baskılamayan bir karakter. güçsüz ve zayıf görüntüsünün aksine aslında mental anlamda son derece güçlü birisi ve çevresinin alaycı tepkilerinden hiçbir şekilde etkilenmiyor.

-filmin kadın karakteri rose ise mental açıdan son derece zayıf ve güçsüz bir karakter. phil, hiçbir şey yapmadan varlığı ile onu adeta depresyona sürüklüyor ve bu konuda hiçbir çözüm getiremiyor. ancak oğlunun gelişi ile rose, phil'e karşı bir derece daha güçlü hale gelebiliyor.

-phil'in kardeşi george ise filmde belki de içi dışı bir olarak tek karakter. phil'in aksine şık giyinen ve burjuvazi takılan george, filmde bir anlamda dönemin kapital ruhunu temsil ediyor. george'un hikayedeki yeri az gibi görünse de, rose ile evlenmesi aslında tüm hikayeyi şekillendiren bir fitili ateşliyor.

sözün özü the power of the dog, dört karakter arasında satranç vari gelişen, dingin ama gerilimli karakter çatışmaları içeren bir film. üstü kapalı ve biraz da tutuk bir anlatıma sahip olması hele ki finalinin ilk başta tam olarak idrak edilememesi belki filme biraz mesafe alınmasına sebep olabilir. ama genel olarak bakıldığında cidden ortada olgun bir üslupla çekilmiş temiz bir film var.

the power of the dog - 13 favorites -
öncelikle senaryo inanılmaz mantıksız. hani "bu tür filmlerde senaryoya mı takılıyorsun" diyebilirsiniz ama benim kast ettiğim, bu filmin senaryosunun mantık dışı ve saçma olmasıdır. yoksa basit bir senaryo yazar, şahane bir aksiyon çekersin ona eyvallah derim ama bu filmde yapılan farklı bir şey olmuş. ortaya zekice ve twitst dolu bir senaryo çıkartmaya çalışıp resmen saçmalamışlar. hadi senaryoyu göz ardı ettik diyelim teknik anlamda da iyi bir işçilik yok. filmin seyir zevki düşük ve yüksek bütçesinin hakkını veren bir görsellik yok.

sözün özü red notice'i çerezlik film niyetiyle izledim ama bana pek keyifli gelmedi. birkaç güzel sahne ve ryan reynolds'ın esprileri bir noktaya kadar idare ettiriyor ama genel anlamda vasat kalmış bir film.

red notice - 0 favorites -
filme sadece “story of diana” gözüyle bakmamak gerekiyor. bir kadının yaşadığı ruhsal ve bedenen baskıyı iliklere kadar hissettiren bir film var karşımızda.

hikayenin öncesi ya da sonrasını bilip bilmemeniz çok önem teşkil etmiyor. ister bir kraliyet, isterseniz bir kadın hikayesi olarak bakın, film her türlü etkilemeyi başarıyor.

sinematografi, yönetmenlik, müzikler, oyunculuklar cidden şahane. baştan sona tam bir karakter gerilimi izliyoruz. bu yılın cidden en iyi filmlerinden birisi.

spencer - 11 favorites -